Bekâr evlerindeki sararmış, buruşuk ve kirli perdelere benzeyen geçmiş günlerin yazınsal telafisi içindeyim.
Sokağa terkedilmiş yavru kedi şaşkınlığındaki cümlelerin, yılan avlayan sivri birer pençeye dönüşmesine tanıklık ediyorum biraz da şaşırarak.
Darmadağın edilmiş bir kentin, duvarlarına açılan pervasız deliklere uğursuzluk muskalarını gömmeye çalışan salyangozlara tebelleş olma demlerindeyim…
Sürünürken bıraktıkları ipeksi ize rağmen, sümüksülüklerini asla gizleyemeyen haramilerle buz tutmuş göl üzerinde yürüme kaygısı benimkisi…
Kelimelere ve sararmış-buruşuk günlere olan ihanetimin, bu sütunu boş bırakma acısı vicdanımdaki suç-ceza ikilemi…
Eeee böyle ise neden yazmayayım ki!
Sonra, “hoş geldin” diyenler, arayanlar-soranlar, “yazmaya devam et” diyenler, işi benim de yüzümü kızartan ve mahcup eden “efsane geri döndü” esprisine getiren dostlar, arkadaşlar, gülen gözler, sıcak yürekler…
İtiraf edeyim özlemiş yazmayı…
Bu kentte, kilometre kareye 3–5 şabalak düşüyorsa
Adım başı it-kopukla karşılaşıyorsan
Demokrasi içinde, kişi monarşisi yaşıyorsan
Gündüzü başka, gecesi başka kişiliksizlere tanık oluyorsan
Sağın-solun soytarıdan geçilmiyorsa
Dürüstlerin yüreği, ağlama duvarı olmuşsa
Her köşe başı entrika kaynıyorsa
Yaşamı sahte bir satranç tahtasına dönüştüren; fil kafalılar, apoletli piyonlar, yılkı atları yüreğimizin kalesini feth edeceklerini sanıyorlarsa
Ne diye yazmayalım ki?
Söz vermenin anlamından haberi yoksa adamın
Sağ cebindeki bir liranın kıymetini biliyor da
Sol cebindekini ulufe yapıp kendine uygun kapıkulları yaratıyorsa
On binlerden oluşan maskeli baloda dahi kalabalıkta göze batan ucubelikleri varsa
Kendinden olana bile komplo hazırlama üstadı ise
Çekmecelerinde lazım olur diye siyah poşet saklıyorsa
Söyler misiniz neden yazmayalım?
Bir gün kuyruklarına teneke bağlanmayacaksa
Vicdanımızdaki mahkûmiyetleri, sonraya taşınmayacaksa
O gün gelecek esamileri bile anılmayacaksa
Neden yazmayalım, neden?