Korlaşmış kavuran güneşin altında, tozu dumana katarak ilerleyen sürüsünün ardına düşmüş küçük bir çoban… Boyu kadar bir sopayı yere vura vura, arada bir de “haah hooohh” diye seslenerek katmış keçileri koyunları önüne otlatmaya götürüyor. Bir uçta asırlara meydan okuyan Harran Kalesi, diğer uçta ezeli Harran Höyüğü ve 13 asırlık Ulu Cami’nin harabeleri. Yöreye özgü eşsiz konik kubbeli evlerin arasında özgürce dolaşan köpekler, atlar, taylar develer ve tavuklar. Rengârenk yöresel giysileriyle bu alanda bulunan evlerinde yaşayanlarla beraber nefes kesen bir görüntü…
İşte bu tablo, Harran surları içinde, etrafı dikenli tellerle yüksekçe çevrilerek koruma altına alınmış ve üzerinde bilimsel kazı çalışmalarının yapıldığı uçsuz bucaksız arkeolojik bir sit alanında! Zamanın durduğu, tarihle iç içe bir yaşam! Kelimelerle ifade edilecek gibi değil, gelip görmek gerek…
Şimdi küçük çobanın peşine takılsam! Onun penceresinden, bu kadim kentin içinde ve günlük yaşamın ortasında tarihin ayak izlerini sürsem çok güzel olurdu. Belki başka bir zamana diyelim ve kısaca bir bakalım, neredeyiz!
Efsanelere göre “Hz. Âdem ile Havva’nın yeryüzünde ilk ayak bastığı, ilk buğday ekimi ve çiftçiliğin başladığı, sabanın ilk kullanılıp öküzün çifte koşulduğu, ilk nar ve gül ağaçlarının yeşerdiğine inanılan topraklardayız.”
Burası insanlık tarihinin başlangıç noktası olarak da kabul edilen,“Hz. İbrahim’in Şehri” olarak gönüllerde taht kuran, bağrında dünyanın ilk mabetlerini, ilk İslam üniversitesini, Anadolu’nun ilk anıtsal camisini, eşsiz konik kubbeli evlerini barındıran, Peygamberler, âlimler ve erenler diyarı kadim kent Harran.”
Tarih boyunca dünyanın her yerinde olduğu gibi Anadolu’da da çok eski çağlarda üzerinde yaşanılan, ancak savaş, yağmalama, kuraklık veya doğal afetler ve dolayısıyla göç gibi nedenlerle günümüzde ölü kentler niteliğine bürünen sayısız şehirler vardır. Birçoğunun özgün isimleri de tamamen değişmiştir. Bunların çoğunun muhteşem geçmişlerinden kalan kültür miraslarını şimdilerde sadece gezip görebiliyoruz.
Ama bizim Harran farklı! Adını ona o kadar yakıştırmışlar ki; dört bin yıl gibi çok uzun bir zamandır değişmeden günümüze kadar gelmiş ve binlerce yıldır üzerinde kesintisiz yaşanılıyor. Varın artık bu kentin geçmişten günümüze önemini, engin tarihi ve zengin kültürel birikimini siz düşünün. Bu özelliklere sahip kaç antik şehir vardır dersiniz?
Tarih öncesi zamanlarda başlayan hikâyesinde, M.Ö. 2 bin yıllarında Asur kentinden sonra en çok rağbet gören yerleşimlerden biri olur. İklimi, su kaynakları, tarıma elverişli toprakları, önemli ticaret yolları üzerinde bulunması nedeniyle hep odak noktasıdır. Üstüne bir de; ay, güneş ve gezegenleri kutsal sayan Paganların dinsel merkezi olma özelliği de eklenince Harran’ın geleni gideni çok olur. Asur, Babil, Hitit, Hurri, Mitani, Pers, Makedon Krallığı ve Roma gibi pek çok devletlerin egemenliğine girer. Her gelen ardında kendi kültürünün izlerini bırakıp gider.
Bu bölge milattan sonra Emeviler, Abbasîler, Eyyubiler, Zengiler ve Selçuklular gibi güçlü Müslüman devletleri arasında el değiştirir (8-12. yy.) Bu döneme özgü zengin mimari eserlerle donatılır, ilk İslam üniversitesinin kurulmasının da etkisiyle Harran oldukça zengin bir ticaret merkezi olmakla beraber bir bilim yuvasıdır. İşte ne olduysa da ondan sonra olur. Moğollar 1260 yılından itibaren on yıl boyunca Harran’ı işgal ederler. Kenti ellerinde tutamayacaklarını anlayınca da ”seni kimselere yâr etmem” dercesine yakıp yıkarak çekip giderler (1270). Uzun bir zaman derin sessizliğe gömüldükten sonra Harran nihayet Osmanlı topraklarına katılır (1516).
Ezeli kent, günümüzde sınırları içerisinde olduğu Şanlıurfa’nın 45 km güneydoğusunda adını verdiği uçsuz bucaksız Harran Ovası’nın merkezinde küçük ve sakin bir ilçe. Bir tarafı fıstık ormanları ve keklikleriyle meşhur Tektek Dağları’yla çevrili. Verimli toprakları güneyde Suriye sınırına kadar uzanıyor. Akçakale ve Ceylanpınar’la komşu, sırtını da Urfa’ya yaslamış konumda.
HARRAN’A DOĞRU
Harran hakkında yazılıp çizilenler ve fotoğraflar bende o kadar merak uyandırdı ki; okudum, belgeseller seyrettim ve oldukça bilgi topladım. Vazgeçilemez bir istekle kendi kendime “Kalk, git, bu gizemli kenti kendin gör ve dokun dedim!” Aylardan Temmuz. Yaz aylarında Güneydoğu Anadolu’nun güneşi kimsenin gözünün yaşına bakmaz, cayır cayır yakar… Acaba kavurucu sıcaklara dayanabilir miyim diye düşünürken, bir de baktım Şanlıurfa’dayım! Birkaç gün tarih ve kültürün başkenti, güzel insanlar diyarı Kadim Urfa’yla ve dostlarımla bir güzel hasret giderdim. Bu şehir bin bir rengiyle kendini nasıl da özletiyor!
Harran’ın konik kubbeli evlerini ve surlarını gezip görmek sorun olmasa da Anadolu’nun ilk külliyesi, Harran Kalesi ve Höyüğü’nde bir zamandır Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Harran Üniversitesi işbirliğiyle yürütülen kazı çalışmaları yapılıyor. Bu alan içinde kalan İslam Dönemi’ne ait mimari hazineler de ancak dışarıdan görülebiliyor. Yani baktığınızda ne gördüyseniz işte o kadar… İçerilerinde ne var ne yok, görüp sizlere anlatabilmek için gerekli izni, yetkili makam Şanlıurfa İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’ne giderek aldım. Urfa’ya şimdiye kadar gitmediyseniz mutlaka gidin. Sayısız güzelliklerin gözlerinizi kamaştırmasına izin verin. Yöre taş işçiliğinin muhteşem örneklerinden biri olan Kültür ve Turizm Müdürlüğü binasını da görmeden sakın dönmeyin. İnanıyorum hayran kalacaksınız.
Kazı Başkanı’nın Harran Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Başkanı Prof. Dr. Mehmet Önal olduğunu duyunca önce bir durakladım. Sonra da çocuklar gibi sevindim dersem, yeri var! Kendisini Gaziantep Zeugma Mozaikleri’yle ilgili sayısız bilimsel çalışmalarından tanırım. Gazi şehrimde Arkeoloji Müzesi Müdürlüğü yaptığı zamanları da bugün gibi hatırlarım. Önal, dünya dillerine çevrilmiş onlarca kitabı ve makaleleriyle insanlığa ışık tutan ve işine aşkla bağlı bir kazı bilimci. Neredeyse 20 yıl gibi çok uzun bir süre sonra kendisiyle Şanlıurfa’da karşılaşacak olmam tesadüf mü yoksa “Buluşturan Kent Harran’ın” azizliği mi dersiniz? Şimdi lafı çok uzatmadan ver elini medeniyetler beşiği Mezopotamya’nın Anadolu’ya açılan kapısı Harran.
Yolculuk, bölgeyi avucunun içi gibi bilen ve çocukluğundan beri tanıdığım Reşat Öles’le başladı. O bir zamanlar Urfa’nın kalbi Balıklı Göl’ün küçük rehberlerinden biriydi. Şimdilerde kendi çapında ticaretle uğraşan bir iş adamı oldu.
Urfa merkezden Akçakale istikametine giden asfalt yolun sağında solunda küçük yerleşim yerleri ve birkaç çırçır fabrikası göze çarpıyor. Kısa aralıklarla yerleştirilmiş güzergâh levhaları iyi takip edilirse, Harran’a ulaşmak çocuk oyuncağı! Yol boyu insana sonsuzluk duygusu veren pırıl pırıl ve masmavi gökyüzünün altında, yeşil örtüsüne bürünmüş uçsuz bucaksız kırmızı topraklı Harran Ovası. Ve Göz alabildiğince ötelerde sanki iç içe girip zümrüt rengi oluşturmuşlar. Gözlerimi alamadan uzun uzun seyredip, bu resmin içinde âdeta kayboldum ve unutmamak üzere belleğime yerleştirdim! Ey memleketim! Sen ne güzelsin!
Manzaraya olan hayranlığımı hisseden Reşat, “Aney, sen biliysen?” diyerek o tatlı Urfa şivesiyle söze başladı. “Harran’a suyla beraber bereket geldi. Yakın zamanlara kadar hâli haraptır, insanlar bu topraklarda çok çile çekmiştir.”
Burada bir nokta koyalım ve bir bakalım yakın geçmişine kadar Harran’da neler olmuş. Moğolların gazabına uğradıktan sonra ilim-irfan ve ticaret şehri Harran, eski görkemli günlerine asla dönememiş. Yüzyıllar boyunca süren bir sessizliğin içinde sabırla elinden tutulmasını beklemiş durmuş.
Zaman gelir, bu kez de kavuran güneşin kızgın ateşine yenik düşer… Yolların buluştuğu kadim kentin can damarları olan Cüllap ve Deysan (Karakoyun) çayları öyle bir kurur ki, beti benzi sararıp solar. Susuzluk, bire beş veren verimli toprakların belini büker…
O güneş ki bulutlara göz açtırmaz, insanları bir damla yağmura hasret bırakır. “Öfken nedendir ey güneş, çek ateşten oklarını üstümüzden, insafa gel artık!” diyen yöre halkının yakarışlarını duydukça da sanki harını çoğaltır. Buram buram tarih kokan topraklarda artık ne kuş uçar ne de kervan geçer.
Ezelden beri tarım şehri olarak bilinen Harran’da hayat, uzun yıllar “yaşamak mı ölmek mi” dedirten çilelerle geçer. Suya doydukça bereketlenen topraklara göç edenler de olur, boynunu büküp kadere razı olanlar da. Kalanlar, yaşamın kaynağı olan suyun ovaya getirilmesini çaresizce ve umutla beklerler, bir o kadar da sabırla!
Derken, Fırat’ın suyu Atatürk Barajı’ndan Urfa tünelleriyle Harran Ovası’na akıtılır (1994). O gün düğün günüdür... Hasretle yanıp tutuşan toprak ve su yani ezeli âşıklar nihayet kavuşurlar. Türküler yakılır, zılgıtlar atılır. Böylece, seyyah İbni Cübeyr’in 1184 yılında bu bölgeyi ziyaret ettikten sonraki izlenimlerinde olduğu gibi Harran yeşil, verimli günlerine tekrar kavuşur. Uygarlık tarihinde çok önemli bir yeri olan yolların kesiştiği bu kent, çevresindeki ekonomik canlanmayla beraber sanki küllerinden yeniden doğar…
Harran, M.Ö. Asur ve M.S. Emevilere başkent olmuşken, Osmanlı Devleti bölgeyi egemenliği altına aldıktan bir süre sonra düzenlenen tapu kayıtlarında 250-280 nüfuslu bir köy olarak görünür(1518). Cumhuriyet Dönemi’nde bir ara Akçakale’ye bağlanır. “Altınbaşak Nahiyesi” olarak kısa bir süre adı değiştirilir. Derken 1987 yılında çıkartılan bir yasayla da ilçe statüsünü alır. Aklıma ne geldi, biliyor musunuz? Bizim Harran, bir zamanlar yaşadığı görkemli döneminin özlemiyle kavrulup ara ara “Hey gidi günler hey, diyor mudur dersiniz?
Şimdi buraya bir nokta koyalım ve yolumuza devam edelim. Urfa-Akçakale istikametinden Harran’a doğru sapacağımız kavşağa vardık bile. Rehber Reşat bir ara düzlükteki tek yükseltiye dikkatimi çekti. Böylece Anadolu’nun ilk Anıtsal Camisi’nin asırlardır ayakta kalmayı başarmış minaresini de çok uzaktan görmüş oldum. Sanki “Beni arıyorsan buradayım” der gibiydi! 1 km boyunca Harran surları içinde kalan eski kente varana kadar yeni Harran’a getirilen hizmet binaları, evler ve ağaçlandırılmış küçük alanlar görüyoruz. Harran Ovası’nın nefesi her adımda hissediliyor. Ne tarafa gidersen git yemyeşil ve kırmızı dokusuyla insanın karşısında, önünde, arkasında…
Nihayet yeni Harran’ın merkezindeyiz. Demli bir bardak çay iyi gelir dedik ve araçtan inip küçük esnaf kahvesinin önündeki kürsülere oturduk. Aman ya Rabbi, bu nasıl bir sıcak! Reşat der ki; “Aney, cehennem ataşıdır, yakiğ lee!”
İşte şimdi bilinen geçmişi M.Ö. 7 bin yıllarına dayanan Harran’ın kelime anlamına bakmanın zamanı geldi. “Harran” adına ilk kez M.Ö. 2 bin yıllarının başına ait çivi yazılı tabletlerde rastlanır. Sümer ve Akat dilinde “seyahat ve kervan” anlamına gelen “Harranu” kelimesinden geldiği kabul edilir. Ayrıca Arapça’da “kavurucu sıcaklar” anlamına gelen “Har” kelimesinden türemiş olduğu da bir varsayımdır.
Kadim kent bin yıllar boyu Mezopotamya'dan Akdeniz'e, batı ve kuzeybatıya açılan ticaret yollarının kesiştiği, en önemli duraklardan biri olmuş ya. Asurlu tüccarlar da Anadolu’yla olan ticareti bu yol üzerinden yapmışlar. Hâl böyle olunca Harran’ın gelenin gidenin de haddi hesabı olmamış! Farklı diller, dinler ve kültürler burada buluşarak harmanlanıp zenginleşmiş. Havası da maşallah asırlardır yakıp kavuruyormuş. Ee o zaman bizim “Buluşturan Kent Harran” her türlü adının anlamının hakkını veriyor!
Kentin ilk yerleşimi Harran Höyüğü’nde başlar. Kuruluşuyla ve kurucuları hakkında kesin bir bilgi yoktur ama burada yine söylenceler devreye girer. Nuh tufanından sonra kurulan ilk kent olmakla birlikte kurucularının Hz. Nuh’un torunu “Kaynan” veya İbrahim Peygamber’in kardeşi “Aran” olduğuna inanılır. Semavi dinlerin atası olan İbrahim Peygamber’in Kenan Ülkesi’ne (Filistin) gitmeden önce bir süre burada yaşadığı, adını taşıyan bir mescidin ve sırtını yasladığı bir taşın varlığından söz edilir. İşte bu özelliklerden dolayı Harran “Hz. İbrahim’in Şehri” olarak da kabul edilir.
Şimdi oturmuş hem keyifle çay içiyor hem de çevreyi izliyorum. Belli ki motosikletler Harran’ın en revaçta olan ulaşım araçları. Aynı motosiklet üzerinde aile boyu seyredenler gözden kaçacak gibi değil! Karşımda ilçe meydanına bakan surların bir kısmı ve “Halep Kapısı (Büyük Kapı)” duruyor. Çevre kısmen ağaçlandırılmış, rengârenk çiçekler dikilmiş, yürüme yolları yapılmış ve belli aralıklarla çok güzel görünümlü sokak lambaları koyulmuş, banklar yerleştirilmiş ve meydanın ortasına bir de çardak kondurulmuş. Davetkâr bir çevre düzenlemesi olmasına özen gösterilmiş. Bu arada ileride çiçeklerin dibine uzatılmış bir hortumdan akan suyla başını, yüzünü yıkayıp serinleyen Reşat kendine gelmiş bir halde geri döndü. Aracımıza binip surların etrafında bir tur attıktan sonra hemen sur içine girmemiz gerekiyor. Çünkü Prof. Dr. Önal’la kazı alanında buluşma vakti yavaştan yaklaşıyor. Bu kısa arayı değerlendirelim ve surlar hakkında bildiklerimi ve gördüklerimi sizlerle paylaşayım.
TILSIMLI BİR KAPISI DA OLAN HARRAN ŞEHİR SURLARI
Eski Harran’ı çevreleyen kesme taştan inşa edilmiş ve 187 burcu olduğu bilinen surların uzunluğu 4 km ve yüksekliği aşağı yukarı 5 m. Eyyubiler Dönemi’nde savunma amaçlı kullanılmış olan kent surlarının dış tarafını çevreleyen toprakla dolu hendeğin içi bir zamanlar su ile doluymuş. Yer yer yıkık, kısmen iyileştirme çalışmaları yapılmış ve üzerinde birçok kubbeli evin bulunduğu tarihi surlar, gayet açık bir şekilde çepeçevre görülebiliyor. Ne zaman inşa edildiği kesinlik kazanamamış olan surların evvelden altı kapısı varmış, ancak bunlardan sadece Halep Kapısı ayakta kalmayı başararak günümüze kadar gelebilmiş.
Kapının alınlık denilen üst kısmında bulunan kitabesinden anlaşıldığı üzere Selahattin Eyyubi’nin kardeşi El Melik El Adil tarafından 1192’de yaptırılmış. Kapının sur içi bölgesinde yapılan kazılarda askeri kışla kalıntılarına rastlanmış, mutfağı ve içindeki külleriyle beraber devasa ocaklar açığa çıkarılmış. Askerler sur kapılarını koruyorlarmış bu gayet açık. Peki ya bizim tarihi Harran’ı olası yılanların gazabından kim koruyacak? İşte burada yine söylenceler yardıma koşuyor. Zaten karındaşı Urfa gibi taşı toprağı efsanelerle dolu Harran’da söylencelerden uzakta durmanın mümkünü yok! Sur kapılarından biri olan Su Kapısı’nın varlığından söz edilir ve bu kapının üzerinde bakırdan yapılmış iki yılan tılsımının, kenti yılanların öfkesinden koruduğuna inanılır.
Harran ve çevresi inanılmaz bir tarih ve kültür birikimine sahip. Şu anda üzerinde bulunduğumuz yol bizi sur içine sokacak. Devam edildiğindeyse milattan öncelerin izlerini sürebileceğimiz antik kentlere götürüyor. Akıllara durgunluk veren doğal karakteriyle “Bazda Mağaraları”, Şuayip Peygamber’e atfedilen “Şuayip Şehri”, Musa Peygamber’in olağanüstü güce sahip asasıyla anılan “Soğmatar” Antik Kenti” bu istikamette. Soğmatar, Harran’da olduğu gibi ay, güneş ve gezegenlerin kutsal sayıldığı Asur ve Babillerin çok tanrılı inançlarının merkezi olmasıyla da tanınıyor. Görkemli ama terkedilmiş “Han el Barur Kervansarayı” da yine bu yol üzerinde. Yıllar önce hepsine gittim ve çok etkilendim. Size de gitmenizi tavsiye ederim. Gezelim, görelim ki ufkumuz da genişlesin!
ANADOLU’NUN İLK ANITSAL CAMİSİ
Nihayet aracımızla sur içine girdik ve paket taş döşeli yoldan ören yerinin hemen tepesinde araçlara ayrılmış park alanına vardık. Sol tarafta 22 metrelik bir yükselti olan Harran Höyüğü görülüyor. Bunun hemen yanı başında, hafif eğimli ahşap travers yürüme yolundan Ulu Cami harabelerine iniliyor. Yolun yarılandığı noktaya yerleştirilmiş seyir çardağında verdiğim kısa mola güne damgasını vurdu dersem doğrudur. Şu an yakıcı güneşe rağmen saatlerce burada oturup seyretsem doyamayacağım nefes kesen bir görüntüyle karşı karşıyayım. Salına salına yer değiştiren ak bulutları kucaklamış masmavi gökyüzü, sanki elimi uzatsam dokunabileceğim kadar yakın. Asırlar öncesinin mimarlık harikası Ulu Cami’den geriye kalan sadece taşlar, taşlar, taşlar… Bakış açısına göre sürekli yeri değişen şerefesi yıkık minare, devasa kapı kemeri kalıntısıyla bazen iç içe bazen arka arkaya bazen de yan yana gelebiliyor. Manzara müthiş, tek kelimeyle göze gönle bir şölen…
Bir an, mimari kalıntıların hepsinin birden silkinip Moğolların burayı yıkıp geçmeden önceki yerlerini alacağını hayal ettim. Aniden yağmur yağsın ve hafiften esen rüzgâr burnuma gül kokusu getirsin diye de çok umutlandım ama nafile! Bu da nereden çıktı demeyin sakın. Dedik ya; efsaneler diyarındayız…
“Her yağmurla beraber âlimler diyarı Harran’ın Ulu Cami’sinden gül kokusu yayılır. Dillere destan Harran Ovası’nın ılgıt ılgıt esen rüzgârı da huzur ve ferahlık veren cennet çiçeğinin kokusunu dört bir yana dağıtırmış…” Söylenceye göre minaresinin harcı 40 hayvan yükü gülyağıyla karılmış. Böylece ıslandıkça yoğunlaşan gül kokusunun ortaya çıktığına inanılmış.
Harran'ın en önemli sembollerinden biri olan bu vakur minare, Moğol gazabından sonra iki büyük deprem geçirmiş (1114, 1157). Şerefesinin bu depremlerde yıkılmış olabileceği söylenir. Başına gelen bunca felakete rağmen dimdik ayakta kalması gerçekten bir gizem. Keramet harcına karılan gülyağında mıdır dersiniz?
Kısmen toprak zeminde kendimize yol bularak nihayet “Kazı alanına girmek yasaktır” levhaları asılı tellerle çevrili alana geldik. Üstü açık alanda neredeyse 45 dereceyi bulan sıcağa aldırmadan, bölüm bölüm gün yüzüne çıkartılmış tarihin izlerinin başında ve açıkların içinde işlerini yapan kazı ekibini selamladım.
Derken “Zeugma Mozaiklerinin Babası” Prof. Dr. Önal’la yıllar sonra gerçekleşen buluşma. Kısa bir çay içimi, karşılıklı anlattık, anlattık… Engin bilgisine hayran olduğum, insanlara yaklaşımını çok takdir ettiğim Önal, 2014 yılından itibaren Harran kazılarına başkanlık ediyor. Öncesinde Şanlıurfa Müzesi başkanlığında yürütülen Halepli Bahçe Mozaikleri kazı çalışmalarında, kazı sorumlusu görevini üstlenmiş. Mozaikler Hocamın peşini bırakmıyor sanki… Geldik konumuza; Anadolu’nun İlk Anıtsal Camisi hakkında bilmek ve görmek istediklerimi heyecanla sıraladım. Bitmez tükenmez bir enerjiyle ve sabırla tek tek açıkladı. Ardından birlikte Ulu Camii harabelerini gezdik. Var olsun, sayesinde çok önemli bilgi sahibi oldum. Şimdi sıra geldi, öğrendiğim tüm bilgileri ve gördüklerimi dilim döndüğünce sizlere aktarmaya…
Geçmiş zamanların seyyahları İbni Cübeyr (1184), İbni Şeddad (1242) ve anlatı diline hayran olduğum Evliya Çelebi (17. yy.) bölgeye gelmişler ve Harran hakkında izlenimlerini anlatan detaylı yazılar yazmışlar. İyi de olmuş, yoksa bu kadim kentle ilgili birçok bilgi eksik kalacaktı. Prof. Önal’ı dinlerken Şeddad ve Cübeyr’in izlenimlerine çok yer verdiği dikkatimi çekti. Demek ki kazı bilimciler bu anlatıların doğrultusunda da iz sürüyorlar ve bilimsel açıklamalar yapıyorlar.
İbni Şeddad izlenimlerinde, caminin kurulduğu yerde Paganların en önemli dini merkezi olan Sin Mabedi’nin bulunduğundan bahsetmiş. Hz. Ömer’in komutanlarından İyaz bin Ganem Harran’ı ele geçirince (640) mabedin camiye çevrildiğini, Paganlara mabetlerini kuracakları başka bir yer gösterildiğini anlatmış. Yüzyıl sonra Emevilerin hâkimiyetine giren kent, su kanallarıyla ağ gibi örülüp tarıma önem verilmiş. Refah düzeyi yükselmiş ve İslam mimarisinin özgün eserleriyle donatılmış. Halife II. Mervan zamanında ikinci kez başkent olan (744-750) Harran böylece en parlak günlerini yaşamış. İşte bizim Ulu Cami bu zaman diliminde inşa edilmiş. Cami el Firdevs (Cennet Cami) veya Cuma Cami olarak da bilinir. Gerek işlevi gerekse muhteşem mimarisiyle gelmiş geçmiş zamanların Harran’ına da damgasını vurur.
Ulu Camii Anadolu’nun avlusu revaklarla çevrili ve ortasında bir şadırvanı olan ilk örneği, en eski ve en büyük camisidir (104x107m). Ya dillere destan minaresine ne demeli? 33,30 metre yüksekliğinde olan kare şekilli minarenin yerden 22 metresi düzgün kesme taştan yapılmış. Kalan 11,30 metrelik kısmında tuğla kullanılmış. O zamanın teknik donanımıyla böylesine mimari bir şaheser yaratmış ustaların eli öpülür vallahi! Peki ya müezzine ne demeli, o zamanlar merkezi ezan okuma sistemi yok. Günde beş vakit 33 metre ahşap merdivenlerden çık, ezan oku sonra in aşağıya! İşte bu merdivenler günümüze ulaşamamış ama yenileme çalışmalarında orijinaline en uygun bir şekilde yeniden yapılmış. İbni Şeddad’ın “Sin Mabedi” üzerine cami yapıldığı hakkındaki izlenimlerini tamamlayıcı bir bilgi aktarımında bulunalım. Kazılarda ters çevrilip döşeme taşı olarak kullanılmış üç bazalt stel (dikme taş) bulunmuş. Milattan önce 6. yüzyıl yeni Babil Kralı Nabonid dönemine ait stellerde, Nabonid ’in kendisi kabartma olarak işlenirken “Ay Tanrısı Sin” hilal, “Güneş Tanrısı Şamaş” güneş ve “Aşk Tanrıçası İştar” ise yıldızla temsil edilmiş. Üçüncü stelin içeriği henüz bilinmiyor. Ya başka bir yerden getirilip yapı malzemesi olarak kullanılmış olabilir veya “Sin Mabedi” hakikaten buralarda bir yerde…
Şimdi buraya bir nokta koyalım ve caminin ayakta kalmayı başarmış at nalı şeklinde kemerli Doğu Kapısı’ndan bir-iki basamakla bir zamanlar revaklarla çevrili avlusuna girelim. Kapının üstünde bulunan onarım kitabesi Eyyubiler Dönemi’ne (1192) ait. Sonunda avluya adım attım. Aman Allah’ım! Seyir çardağından gördüğüm ve taş diye tanımladıklarım, birer sanat harikası olarak karşıma çıkmaz mı! İslam taş işçiliğinin muhteşem motifleriyle bezenmiş yüzlerce kalıntı göz alabildiğince geniş bir alana dağılmış. Hepsi de bir zamanlar sütunların, revakların ve kemerlerin bir parçasıymış. Her birinin başında durup dakikalarca seyredesim geldi ama hangi birini, şaşırdım kaldım vallahi… Aşkla, nakış gibi işlenen bu mimari parçaların arasında Arapça harflerle Zengiler Dönemi’ne (1174) ait kitabeli bir sütun başlığı da yerini almış. Anlayacağınız bizim Ulu Camii, Anadolu’nun en zengin taş süslemeli camisi olma özelliğini de taşıyor.
Caminin dört yönde bulunan toplam yedi kapısı olduğu tespit edilmiş. Güneyde kıble duvarının hemen arkasından sokağa açılan merdivenli Mihrap Kapısı’yla birlikte iç içe olan iki odanın kalıntıları ortaya çıkarılmış. Anadolu camilerinde görülmeyen bu yöntemin tek örneği Harran’ın Ulu Cami’sinde bulunuyor. Bu konuda çeşitli düşünceler var. Bana sorarsanız bu uygulamanın, böylesine gözde bir kentin idaresini beş yıl elinde tutan kentin halifesi ve ileri gelenlerinin harime (namaz kılınan bölüm) kısa ve güvenli bir yoldan girebilmeleri için yapılmış olmasıdır! Avludan harimine 19 kapıdan girilen ve altı bin kişinin aynı anda saf tuttuğu devasa bir camiden söz ediyoruz. Dost da çok düşmanda! Tedbiri elden bırakmamak gerek, değil mi?
İbni Cübeyr de harime açılan 19 kapıdan bahsetmiş. Günümüze kadar ayakta kalmayı başarmış kemerli ana kapıyı da “şehir kapısı gibi heybetli ve güzel” olarak tasvir etmiş. İşte bu kapının sağında ve solunda “ağaçtan yapılmış son derece süslü” dokuzar kapının olduğuna ve “ustaca yapılmış kilitlerinin” varlığına vurgu yapmış. Geniş avlusunun (100x65m) ortasında bulunan şadırvanın yanına kadar neredeyse bir yarım dünya seyahati yaptım. Hele hele sıcakta hiç de kolay olmadı ama değdi doğrusu… Fıskiyeli şadırvan, Emevilerin sanata verdikleri önemi yine gözler önüne seriyor. Ufak tefek ama oldukça albenili havuz, kesme taşlardan yapılmış. İç tarafından tabanına doğru basamaklı güzel bir inişi var. Tabanının tam ortasında minik yuvarlak bir küpe benzeyen fıskiyesi çok da hoş görünüyor. Uzun bir zamandır etrafa ferahlık veren sular fışkırmıyor ama zarif görünüşünde ferahlık buluyor insan. Avlunun kuzeybatısında geniş ve derin bir kuyu bulunuyor. Şadırvanın suyu Cüllap çayından kanallarla getirilmiş. Su ve tahliye kanalları derin geçmişine rağmen hâlâ çok iyi bir şekilde görülebiliyor. Harran’a geldiğim andan itibaren aklımda hep “Harran Kertenkelesi” vardı! Sadece Harran harabelerinde gün yüzüne çıktığını ve burada çok görülen üzerlik bitkisinin köklerindeki deliklerde yaşadığını duymuştum. Ne tarafa gidersem gözüm hep “Harran harabelerinin tombul bekçisini” aradı ama maalesef bana kendini göstermek istemedi… Artık Doğu Kapısı’ndan tekrar dışarı çıkma zamanı da geldi çattı.
Kazı Başkanı Prof. Dr. Önal çalışmaları, 25 arkeolog, restoratör, akademisyen, sanat tarihçisi, öğrenci ve işçilerden oluşan 120 kişilik bir ekiple birlikte yürütüyor. Sabah buraya geldiğimde gördüğüm gibi etrafta bir hareket bir bereket sormayın gitsin. Ulu Camii aslında bir külliye. Şu anda üzerinde çalışılan bölgede birçok şey gün yüzüne çıkartılmış bir bilseniz. Eğer Önal Hoca anlatmasa, gördüklerimin de ne olduklarını asla bilemezdim. 1250 yıllık komple bir hamam, podyumlu su kuyusu, bir sarnıç, taş kapaklı tuvaletler ve abdest alma yerleri bulunmuş. Hepsine pişmiş topraktan yapılmış künklerle su getirilmiş ve atık su kanalları döşenmiş. 14 dükkânlı bir çarşı ve hamamın batısında, koridor ve oda girişleri oldukça dar olan yedi bölümlü küçük bir oda açığa çıkarılmış. Burada küçük öğrencilerin yıkandığı olasılığıyla araştırmalar genişletilmiş. Harran’da var olduğu bilinen dört medreseden birisinin çok yakınlarda olması ihtimali gerçekleşmiş. Kazı çalışmaları devam ediyor ve kim bilir kaç yıl daha devam edecek ve daha neler neler gün yüzünü görecek? Düşüncesi bile çok heyecan verici doğrusu. Bu ekibin işi zor, Harran’ın yakıp kavuran güneşinin altında saatlerce tarihin izlerini ara, dur! Allah yardımcıları olsun. Dilerim geçmişe ışık tutma aşklarını hiç kaybetmesinler.
Şimdi demli bir çay olsa da içsem, gördüklerimi içime sindirsem ve birazda soluklansam diye düşünürken, Prof. Dr. Önal imdadıma yetişti. Beraberce, personelin birlikte yemek yedikleri ve çalışmalarını kısmen yürüttükleri üstü tenteli alana geldik. Geldik ama durmak yok bilgilenmeye devam!
İLK İSLAM ÜNİVERSİTESİ: 750 yılında Abbasiler, Emevilerin Harran’daki saltanatını sonlandırır. Şehri ihya ederler. Harun Reşit’in hükümdar olduğu bu dönemde, ilk çağlardan beri varlığı bilinen Harran okullarından sonra İslam döneminin üniversite özelliğini taşıyan ilk medresesinin ünü dünyaya yayılır. Burada tıp, din, astronomi, felsefe ve matematik dallarında bilimsel çalışmalar sürdürülür. Yunanlı filozofların eserleri Arapçaya çevrilir ve ilim dünyasınca kabul gören önemli tespitlere imza atılır. İslam Dönemi’nin ilk üniversitesinde 200’den fazla kadın ve erkek âlim yetiştiği anlatılıyor. El Battâni, Sabit bin Kurra, Cabir bin Hayyan ve İbni Tevmiyye bu okuldan yetişmiş dünyaca ünlü bilginlerdir. İşte bu bilim insanlarının yetiştiği ve öğretilerinin okutulduğu Harran Üniversitesi’nin yeri şimdiye kadar tespit edilememiş. Halk arasında yanlışlıkla Ulu Camii kalıntıları Üniversite ve minaresi de rasat kulesi olarak tanıtılıyor. Öyleyse bilenler bilmeyenleri mutlaka uyarmalı!
Çaylarımızı, Harran İŞKUR üzerinden ören yerinde iş sahibi olmuş Zehra Hanım getirdi. Kazı alanının çay ocağı ondan soruluyor. İhtiyaca göre buluntuların yıkama işlerine katılan genç kadın hâlinden pek memnun. Başında mor poşusu ve yöresel giysileri içinde ve sevecen bakışlarıyla beni kırmadı. Birkaç cümleyle bu işin onun için ne anlama geldiğini ifade etti. “Çalışmak isteğimi aileye kabul ettirmek kolay olmasa da başardım. 28 gündür buradayım. Başlangıçta biraz zorlandım. Böylesine bir ortamda ve aslında dışarıda hiç çalışmadım ki! Bir işe yarıyorum ve paramı da alın teriyle kazanıyorum. Ayaklarımın üzerinde durduğumu hissediyorum ve bu çok güzel bir duygu. Sanki yenilendim gibi bir şey! İnşallah uzun bir zaman devam etmem mümkün olur. Afiyetler olsun.” dedikten sonra da işinin başına döndü. Biz de yorgunluk alsın niyetiyle çayımızı içip düştük kale yoluna.
HARRAN KALESİ
Ulu camii harabeleriyle Harran Kalesi arası benim adımlarımla 15 dakika sürer dedim de eriten güneşin yorucu etkisini hesaplayamadım! Çevrede gölgesinde soluklanacak tek bir ağaç da görünmüyor. Bizim Hoca ama maşallah, dur durak bilmiyor! “Biz arkeologlar güneşten etkilenmez, yorulmayız” der gibi halinden gayet memnun yürüyor. Yaklaştıkça heybeti artan kaleyle nihayet karşı karşıyayız. Mehmet Önal Hocamın kalenin dış özelliklerinden başlayarak anlattıklarını can kulağıyla dinlemeye çalışıyorum. Harran Surları’nın dıştan hendekle çevrili olduğunu biliyoruz. Dikdörtgen planlı ve her köşesinde onikigen dört kulesi olan iç kaleye geldiğimizde de aynı uygulamayı görüyoruz. Tabi evvel zaman içinde içi su doluymuş. Yapılış tarihiyle ilgili kesin bir bilgi yok. Bir olasılığa göre kale, Emeviler Dönemi’nde Halife II. Mervan tarafından 10 milyon dirhem harcanarak yaptırıldığı söylenen saraydır. Birçok kaynakta kalenin yerinde bir “Sabii Mabedi“ olduğu varsayılıyormuş. Hendekten sonra yükselen mazgallı kale duvarının epeyce üst kısmında kalenin ana giriş kapısı görülüyor. Bu kapı o kadar yüksekte ki şehirden direkt kale kapısına girilmesi imkânsız. Köprü ayaklarına da rastlanmamış. Demek ki evvel zaman içinde kaleye bir asma köprüyle giriliyormuş.
Bizim kalenin öyle her yerde bulunmayan bir özelliği de giriş kapısının olduğu cephede ikinci savunma duvarının (barbakan) olması. Muhtemel bir saldırıda öndeki duvar yıkıldıktan sonra kaleye girmek mümkün olabilir. Bu kentte güvenlik tedbirlerinden geçilmiyor doğrusu! Kim bilir içinde dünyayı sarsacak kaç gizem saklıyor! İç Kale dört katlı kocaman bir yapı (90x130m). Şu an kalenin ön cephesinin kuzey batısından bir patikayla üst kata çıkıyoruz. Yokuş yukarı biraz zahmetli oluyor ama her şeyin bir bedeli var. Karşımda kale üstünde yapılmış iki kümbetli bir ev bulunuyor. Kim bilir ne zaman, kim burayı kendine mesken olarak seçmiş, çok merak ettim doğrusu!
Sonunda kale içindeyiz. Kesme taştan yapılmış kalenin, minicik tuğlalarla örülmüş çapraz tonozlu galerilerden gözümü alamadım dersem doğrudur. Tek kelimeyle muhteşem bir ince işçilik ve estetik! Buraya girer girmez ilk hissettiğim, içerisinin dışarıya nazaran serin olmasıydı. İşte tam buradan uçsuz bucaksız Harran seyredilir dedim ve öyle de yaptım. Manzara harika, ezeli kent Harran’a dair ne varsa hepsi bir bakışta bu noktadan görülüyor. Bir cami ve 150 odasının olduğu kalenin bazı odalarını görüyoruz. Ayrıca kalenin üst katında bir de avlu var. Ardından güneybatı köşesinde bulunan yarı yıkık kulenin sapasağlam merdivenlerinden aşağı kata indik. Kule içine ışık girebilmesi içinde kubbe kısmında açıklık bırakılmış. Kale hamamında kazılar harıl harıl devam ediyor ve iyileştirme çalışmaları yapılıyor. Derken kalenin dışına çıktık. Güneydoğu kulesi sapasağlam ayakta. Bir de sabırsız hâli var ki görmeye değer! Buradaki çalışmaların bir an önce bitirilmesini bekler gibi. Sonra asırlardır beklediği olacak ve nihayet görücüye çıkacak. Kulenin kubbesi şahane görünüyor. Sıra sıra tuğlalarla örülmüş kubbesinde yuvarlak bir açıklık var. “Havalandırma için mi düşünülmüş?” diye sordum. “Üst katla kolay irtibatta kalmak, herhangi bir şeyi gönderip almak için” dediler. Küçük ama çok önemli bir detay, değil mi? Evvel zamanın mimarlarına ancak şapka çıkartılır!
Kuzeydoğu ve kuzeybatı kulelerinin büyük bir kısmı yıkılmış ama temelleri ortaya çıkarılmış.1951 yılı kazılarında, kalenin doğuya bakan cephesinin güney kesiminde bazalt taşından yapılmış at nalı kemerli bir kapı ortaya çıkartılmış (1059 Nûmeyriler dönemi). Çok güzel bir kapıyla karşı karşıyayız. Kapının her iki tarafında, başlarını hafif yana çevirmiş vaziyette, tasmaları zincirli ve hırçın bakan iki köpek kabartması bulunuyor. Sanki birden canlanıp bizim içeri girmemize mani olacak gibiler. Bir zaman kapıyı ve bekçi köpeklerini seyrettikten sonra kule içinde biraz soluklandık, sonrada geldiğimiz yoldan dışarı çıktık. Kalenin güneybatı duvarında yüksekte bir kitabe daha görülüyor. Memluklerin yazısına benzer kitabe 1315 tarihli. Bu konuda çeşitli görüşler var. Kaleyle Memluklerin bir alakası olup olmadığı ancak burada bulunacak sikkelerle belirlenebilirmiş. Ben de güneydoğu kulesi gibi sabırla o günlerin gelmesini bekleyeceğim. Her gelişin bir de dönüşü varmış. Böylece kaleden ayrılma zamanı geldi. Yolcu yolunda gerek! Harran Ören Yeri kazı çalışmalarında tek bir yerli-yabancı destekleyici bulunmuyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Şanlıurfa Valiliği, Harran Kaymakamlığı, Şanlıurfa Büyükşehir Belediyesi ve Harran Belediye Başkanlığı vermişler el ele, tarihi kültür miraslarımıza sahip çıkıyorlar. Ellerinden ne gelirse de canla başla yapıyorlar. Hepsine buradan bir selam olsun!
KONİK KUBBELİ EVLER
Zaman ne çabuk geçti anlamadım gitti. Birkaç saat içinde sur içinde ne var ne yok görür dönerim diye düşünüyordum ama bizim Harran bir deryaymış! Son durak, Harran’ın sembollerinden biri olan eşsiz kubbeli evler. Prof. Dr. Önal’la kaleden çıktıktan sonra vedalaştık. Bir uzmanla beraber geçmişe yolculuk yapmanın tadı bir başkaydı doğrusu… Verdiği her bilgi II. Mervan’ın kale içindeki saraya harcadığı 10 milyon dirhemden daha değerliydi. Eksik olmasın! Bu arada birkaç saatliğine Urfa’ya giden Reşat beni almaya geldi. Birlikte kubbeli evlerin aralarında dolaştık, sağını solunu inceledik… Kadim kent 1979 yılında arkeolojik ve kentsel sit alanı olarak resmi kayıtlara geçmiş. Aşağı yukarı 250 yıllık bir geçmişi olduğu söylenen kubbeli evler de böylece koruma altına alınmış. O zamanlar bu evlerin sayısının 960 olduğunu duyunca pek şaşırdım. Belli ki zaman içinde her ne sebeptense azalmışlar yoksa sur içinde bine yakın ev çıplak gözle mutlaka görülürdü, yazık olmuş!
Şimdi bir bakalım bu evlerin özellikleri nelermiş. Bölge ağaçtan yana nasibini almamış. Hâl böyle olunca pişmiş tuğla, toprak, taş gibi doğal malzemelerden bir mimarlık harikası yaratılmış. Tuğlalar, antik kentin uçsuz bucaksız harabelerinden toplanıp, evlerin kubbelerinde kullanılmış. Her kubbenin bin kadar tuğlayla örüldüğü söyleniyor. Kare şeklinde taş temel üzerinden başlayan kubbe, külah şeklini alacak biçimde 30-45 tuğla dizisiyle 5 metre yüksekliğe kadar örülmüş. Dışında bulunan tuğla çıkıntılar kubbenin tamiri durumu göz önüne alınarak konulmuş. Ayrıca gerektiğinde yağışlı-soğuk havalarda tepedeki deliğin kısmen veya tamamen kapatılabilmesi için tırmanmaya yaramakta. Killi toprak, saman, tuz ve suyla karılarak harçla içten ve dıştan sıvanmış. İki yılda bir de sıvanın yenilenmesi gerekiyormuş. Sadece iç kubbe bu işlemin dışında tutulmuş.
Kubbelerin tepesindeki açıklık; altında ısınmak için mangal yakıldığını düşünürsek ki bir zamanlar öyleymiş, dumanı hemen çekip dışarı çıkarmayı da sağlıyor. Bunun yanı sıra ışığın içeriye girebildiği tek yer de burası. Bölge iklimine uyum sağlamış bu evler, yazın serin kışın sıcak tutmasıyla da enerji tasarruflu. Bu evlerde tavukların çok yumurtladığı, hayvanların daha uysal olduğu, kuru soğanların da çabuk filizlendiği anlatılıyor. Doğal ortam yani… Keşke günümüzdeki evler hâlâ bu teknikle yapılıyor olsa. Bir mahalleyi bir apartmana doldurduk da ne oldu? Neyse konumuza dönelim; Her kubbenin bir oda olduğunu düşünün, kubbe sayısı artınca içten kemerlerle birbirlerine bağlanarak geniş mekânlar oluşturulmuş. İkili, üçlü, altılı evler çoğunlukta. İçlerinden bazıları 18-24 arası kubbeye sahip. İşte bu evlerden biri 1999 yılında Harran Kaymakamlığı’nca restore edilerek "Harran Kültür Evi" adı altında turizmin hizmetine sunulmuş. Evin avlusundaki üstü tenteli tahtlara oturduk. Birkaç bardak çay içtikten sonra içeriyi dolaşmaya girdik. Yörede yaşama ait ne varsa görebileceğimiz birbiriyle bağlantılı odalar oldukça ilgi çekici. Burası çevreden toplanmış yöresel objelerin sergilendiği bir ”Etnografya Müzesi” gibi.
Eşsiz Harran Kümbet evlerinin dünyada benzer örnekleri var. İtalya’nın Alberobello bölgesinde bulunan benzer evlere "Trulli" deniyor. Bu ortak özellik de iki şehri buluşturmuş ve kardeş şehir olmuşlar. Ne demiştik? Bizim Harran buluşturuyor!
Geldik işin püf noktasına! Neredeyse her kubbeli evin yanında, tek katlı, düz çatılı betonarme binalar görülüyor. Belli ki mimarlık harikası kubbeli evlerde artık yaşanılmıyor. Konik kubbeli evler de ahır, samanlık, depo olarak kullanılıp gerçek işlevinden uzaklaştırılmış. İnsanlar bu evlerde yaşamak istemiyorlarmış. Evler sağlıklı olsa da modern değilmiş…
Oturduğum yerden Harran’ın Ulu Cami Külliyesi’nin siluetini seyrediyorum. Güzel izlenimlerle ve inanılmaz çok bilgiyle bu kentten ayrılacağım. İsterim ki burada gölgesinde oturulacak ağaçlar olsun. Nasıl olacak bilmem ama tarihi dokuya zarar vermeden tenteli mekânlar yapılsın. Çevre düzenlemesiyle birlikte Harran’ın kültür miraslarından Ulu Camii ve İç Kale, bir gezi yoluyla birbirine bağlansın. Kazılarda ortaya çıkan buluntuların hepsi Şanlıurfa Müzesi’nde değil de kısmen burada bir yerde mesela; kalede “Harran Ören Yeri Müzesi” yapılarak sergilensin. Ayrıca Harran âlimler kenti değil mi? O zaman “Harran Bilim Müzesi” burada neden bir yer bulmasın? Kaleden kenti kuşbakışı seyredecek bir seyir odası da düşünülsün. Olur mu, olur!.. Altı üstü kültür hazineleriyle dolu kadim kent bizim Harran’a da bu yakışır. Fazlasıyla, eksiğiyle ve dilim döndüğünce Ezeli Kent Harran’dan söz ettik. Bazen anlatmaya kelimeler yetmiyor… Öyleyse buluşturan kent Harran’a gelmek gerek! Tarihin izlerini sürüp bu kadim kenti yaşayarak anlamak gerek! Kültürel miraslarımıza da el ele verip sahip çıkmak da gerek…
Kaynak: Mezopotamya’ya açılan Kapı- Nurettin Yardımcı, Yolların Buluştuğu Kent- Cihat Kürkçüoğlu,
http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/TR,80698/harran-ve-harrandaki-mimari-eserler.html