Bu nasıl bir aşk anlayışının ifadesidir ki içimdeki gönül telini titretti, aldı götürdü beni ve sonsuz düşüncelerin kucağına bıraktı. Yukarıdaki söylemin Hak aşığı, büyük düşünür Mevlâna Celâleddin Rumi’ye ait olduğunu tahmin etmekte sanırım zorlanmadınız ve bu derin anlam yüklü deyişten siz de en az benim kadar etkilendiniz.
Mevlâna’nın felsefesinde aşk vardır, aşk bir bilgi edinme yöntemidir ve insan Tanrı’ya ancak aşkla ulaşabilir. Bu büyük düşünürümüz, eserlerinde yaşamın sevgi, hoşgörü ve barış ekseni etrafında döndüğünü anlatmış. Bunlara dayalı olarak da ırk, din, dil ayrımı yapmadan evrendeki tüm insanları sonsuz bir sevgiyle kucaklamış. Ardında bıraktığı öğretileri o kadar etkili olmuş ki, neredeyse sekiz asra yakın bir zamandır herkesi sevgi, kardeşlik, dayanışma ve barışıklığa çağırarak insanlığa ışık tutmaya devam ediyor.
Geçenlerde Mevlâna hakkındaki çalışmalarıyla tanınan ünlü edebiyat tarihçisi ve çevirmenlerimizden rahmetli Abdülbaki Gölpınarlı’nın Mevlâna hakkında yapmış olduğu bir konuşmayı dinleme imkânı elde ettim ve çok beğendim.
Belleğimde kalanları dilim döndüğü kadar size aktarmak istiyorum: “Yüzyıllar boyunca unutulmadan yüzyıllar sonrasına hükmetmek, zamanı pençesinde kavramak. Mekânı mekânsızlık haline getirip her yere sızmak, yayılmak. Her yücelen başı dehası önünde yere eğdirmek, unutulmamayı sağlamak kolay bir iş değil! Bunu ancak benliği, bencilliği geçmekle, kendini insanlığa adayan şahsiyetler başarabilir…”.
Evrensel ses Mevlâna’yı anlayabilirsek eğer dünyamız günlük güneşlik olmaz mı?
Yaşamını kısaca “Hamdım, piştim, yandım.” sözleri ile anlatan sevgi pınarı Mevlâna, 30 Eylül 1207 tarihinde Horasan’ın Belh yöresinde bugün Tacikistan sınırları içinde kalan Vahş kasabasında doğar ve 17 Aralık 1273 günü de Konya’da Hakk’ın rahmetine kavuşur.
Vefatından sonra Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled’le birlikte onun görüş ve tasavvufi düşüncelerini benimseyenler tarafından genel esasları insan odaklı, hoşgörü, güzellik ve içtenliğe dayalı olan Mevlevilik tarikatı kurulur. Özünde pes etmenin olmadığı, ancak pişman olma ve affetmenin olduğu bu tarikat, merkezi Konya’da olmak üzere Anadolu’da ve Osmanlı’nın girdiği her yerde hızla kök salmaya başlar. Mevleviler tarafından Mevlâna’nın öğretilerini yayma, barınma, ibadet ve tören yapma amacıyla kapasitelerine bağlı olarak asitane, dergâh-tekke veya zaviye olarak adlandırılan yüzlerce Mevlevihane açılır. Mevlevilik, Osmanlı Devleti’nin desteğiyle de 16. yüzyılın başlarında Güneydoğu Anadolu’ya girer. Bu bölgedeki en büyük Mevlevi Tekkeleri‘nden biri de Gaziantep’te bulunuyor ve günümüzde müze olarak işlevini sürdürüyor.
Haydi o zaman, huyu güzel, suyu güzel çalışkan insanların şehri, tarih ve kültür hazinesi Gaziantep’e gidelim, gidelim de bu şehrin çok önemli değerlerinden biri olan Gaziantep Mevlevihanesi Vakıf Müzesi’nde Mevlevilik kültürünün izlerini daha yakından irdeleyelim. Zaman yollara düşerek keşfetme zamanıdır, değil mi?
Tekke Cami ya da Mustafa Ağa Cami olarak da bilinen Gaziantep (Ayıntab) Mevlevihanesi, Şahinbey Merkez ilçesi, Kozluca Mahallesi, Buğday Arastası, Kozluca ve Şehit Caddeleri arasında bulunuyor. Bu şehrin merkezinde ve çok hareketli bir kavşakta bulunan Maarif Meydanı’ndan Müze’ye doğru yürüyelim. Meydan üzerinde benim mimarisini çok sevdiğim, kesme taştan yapılmış eski adliye binası ve bir köşesine yerleştirilmiş saat kulesi şu sıralar pek suskun, belki de küskün gibi… Ne savcısı ne avukatı ne de arşivindeki tozlu raflarda dava dosyaları var. Adliye başka bir yere taşındıktan sonra eski binanın hâli böyle! Belli ki başka bir göreve ev sahipliği yapma özlemiyle yanıp tutuşuyor.
Şu anda üzerinde bulunduğumuz Karagöz Caddesi’ni takip ederek Buğday Pazarı’na doğru adım adım ilerlemek ne kadar keyif verici anlatamam. Ne yana bakarsam bakayım tarihin izleri ve bu şehrin kültürünü bize anlatan güzelliklerle karşılaşmak mümkün.
Gaziantep’in bütün renklerini içinde barındırarak çeşitli meslek dallarının adını almış mini çarşılar, kendilerine has sesleri ve kokularıyla insanı sıcacık, büyülü bir ortamın ortasına çekiyorlar. Buralara takılıp kalmamak için kendimi zor tuttuğumu itiraf ediyorum! Oyalanmaya ayıracak vaktimiz de yok ki, Müze bizi bekliyor.
Şu sıralar restorasyon çalışmaları yapılan tarihi Karatarla Cami’sini geçtim. Sonra küçücük bir fırının önünden yürüyüp gidecektim ki, fırının önünde içine birkaç pide konulmuş bir cam dolap gözüme takıldı ve o da beni alıkoymaya yetti de arttı bile. Üzerinde “sadaka ekmeği” yazılı bir ibare olan dolabın ne işe yaradığını hemen anladım tabii ve misler gibi kokan pidelerden ben de birkaç tane satın alıp dolaba koydum. İhtiyacı olanlar gelip buradan sorgusuz sualsiz ekmek alabilecekler. Bu gerçekten çok güzel bir gelenek!
Mart ayının son günlerindeyiz ve gökyüzünde tek bir bulut bile yok. Her yer cıvıl cıvıl merak uyandıran sahnelerle dolu. Yolda rastladığım meyan kökü şerbetçileri, kutnu kumaştan yapılmış yöre giyim-kuşam kültürünü yansıtan geleneksel giysileriyle bu şehre ayrı bir renk katıyorlar. Şerbetçiler, sırtlarındaki süslü şerbet güğümleriyle çarşı ve camilerin olduğu bölgelerde dolaşıp, geçmişi Osmanlı Dönemi’ne kadar dayanan sebil kültürünü, hayırseverler adına şerbet dağıtarak yaşatıyorlar. Çevre köylerden toplanan meyan bitkisi köklerinden hazırlanan şerbet, ağızda kalıcı ve güzel bir tat bırakıyor. Sağlığa faydalı olduğu da söyleniyor, o zaman denemekte fayda var…
‘‘Gaziantep’in her köşesi buram buram tarih kokuyor!“ dersek yalan olmaz. Yolu tam yarılamıştım ki bu kez karşıma Tarihi Almacı Pazarı’yla Buğday Arastası arasında bulunan meydanda 1710 yılından bugüne kadar aynı yerde kalmayı başarmış Kadı Kastel’i çıktı. Süslü demir parmaklıklarla çevrili çeşme yüzyıllardır içi yananlara buz gibi suyuyla ferahlık vermekle kalmıyor, etrafına yerleştirilmiş banklarda oturan insanları bir araya getirip sohbetlerine şahitlik ediyor. Ya çeşmenin çatısını mesken eylemiş kuşlara ne demeli? Görüntüleri öyle hoş ki, onları seyrederken gülümsediğimi fark ettim. Bakar mısınız şu bizim asırlık çeşmeye! Varlığıyla etrafa nasıl da huzur dağıtıyor…
Nihayet bir zamanlar şehrin kalbinin attığı yer olan Buğday Pazarı’nın olduğu cadde üzerindeyim.
Yan yana sıralanmış rengârenk ve iştah açan yöresel ürünlerin satıldığı dükkânların ön cephesinde tavandan aşağı perde gibi sarkan, iplere dizilip kurutulmuş patlıcanlar, bamyalar, kırmızıbiberler, acurlar, külekler içinde kırmızı rengin çeşitli tonlarında salçalar, toz biberler dikkat çekici ve çok da hoş görünüyorlar. Bu kadar güzellikler içinde bir de Gaziantep’in meşhur Tarihi Tahmis Kahvehanesi bulunuyor. Buraya kadar gelinir de Tahmis’te bir fincan menengiç kahvesi içmeden hiç dönülür mü? Ancak yapacak o kadar çok işimiz var ki, daha sonra gelmek üzere deyip yürümeye devam edelim.
Birçok medeniyete beşik olmuş Gaziantep’in dünyanın en eski şehirlerinden biri olduğunu biliyoruz. Önemli uygarlıklar için bu topraklar hep bir cazibe merkezi olmuş. Tarihi İpek Yolu’nun üzerinde olması da önemini kat kat artırmış ve dolayısıyla canlılığını hiç yitirmemiş. Yüzyıllardan beri çok önemli bir kültür ve ticaret şehri olan Gaziantep’te Selçuklu ve Osmanlı Dönemleri’nde otuzun üstünde han yapılmış.
Bu hanlardan bir tanesi olan Pürsefa (Ataş) Han’ın önüne kadar geldik. Bir de ne göreyim? Hanın giriş kapısının ön tarafına yerleştirilmiş devasa semazen figürü, ellerini çapraz olarak omuzlarına koymuş, başı hafif öne eğik bir duruşla, üzerine yerleştirildiği döner metal taban üzerinde kendi ekseni etrafında semaya başlamak üzere. Şu an Mevlevihane’nin üç girişinden biri olan Tekke Cami minaresi karşımda, elimi uzatsam tutabilirim.
Minare karşımda da camisi nerde? Kesme taştan yapılmış güdük minare, sağına soluna yerleşik baharatçı dükkânlarının arasında tek başına vakur duruşuyla çok dikkat çekiyor. Dikdörtgen bir kaidenin üzerinde yükselen silindir şeklinde minarenin şerefesi şemsiyeye benzer bir çatı ile örtülmüş. Minarenin bir özelliği de altında kemerli bir giriş olması. Girişin üst tarafında “Tekke Camii” yazılı küçük bir tabela bulunuyor.
Kemerli girişten birkaç basamakla Mevlevihane’ye ait bütün yapıların çevrelediği avluya ayak basar basmaz Gaziantep Mevlevihanesi’ne gelmiş bulunuyoruz.
Aman Allah’ım! Bir de ne göreyim! Şanssızlığın bu kadarına da pes doğrusu. Müze hariç Tekke Cami, çeşme, tuvaletler, yan yana sıralı beş derviş hücresi ve taban taşları restorasyon çalışmalarına teslim olmuşlar, ıssız-sessiz inşaat malzemeleri ve kum tepecikleriyle bakışıp duruyorlar.
Eee ne yapacağız şimdi? Tabii ki durmak yok, keşfetmeye devam.
Onarım aşamasında bile kendine baktıran Tekke Cami’siyle artık göz gözeyim. Bizim güdük minareyle aralarında 30 adım var yok. Ayrı düşmüşler, varsın düşsünler! Gözden ırak değiller ya…
Gaziantep Mevlevihanesi Vakıf Müzesi, avlunun sağ tarafındaki yüksek duvarların ardında kalıyor. Biz şimdi taçlı bir kapıdan geçip Müze’nin avlusuna gireceğiz.
Eşikten adımımı atar atmaz ilk gördüğüm Müze’nin güler yüzlü güvenlik görevlileri oldu. İnsanın bir yere hoş gelmesi çok sıcak bir duygu. Selamlaştık, hemen elime müzeyi anlatan bir CD ve tanıtım kitapçığı tutuşturdular. Ayrıca belirteyim girişi ücretsiz ve pazartesi günleri hariç her gün ziyarete açık. Bu arada hafiften kulağıma gelen ney sesi aldı beni götürüp bıraktı bir tatlı huzurun kucağına.
Biri üç diğeri iki katlı olan yöre mimarisinin özelliklerini taşıyan kesme taştan yapılmış iki bina karşılıklı bir şekilde avlu etrafında konumlandırılmış. Öyle böyle değil Mevlevihane’de bulunan yapıların yüzlerce yıllık bir geçmişi var. Arada zamana boyun eğmiş olsalar da hâlâ dimdik ayakta durup bu güzel şehrin bağrında kültür hizmeti vermeye devam ediyorlar. Gaziantep Vakıflar Bölge Müdürlüğü vakıf eserlerine gözleri gibi bakıyor. Onlara da bu yakışır doğrusu, çok güzel işlere imza atıyorlar. Bu da çok sevindirici!
Gaziantep güneşin cömertliğinin hissedildiği bir şehir. Avluda güneşle gölge sanki saklambaç oynuyorlar. Neyin büyülü sesiyle rahatlamış bir vaziyette kendime avluda gölge bir köşe aradım. Bir zamanlar Mevlevi Şeyhi’nin ailesiyle oturduğu iki katlı revaklı binanın zemin katında bulunan odaların önüne konulmuş banklardan birine oturdum. Burnumu güneşe kaldırıp biraz dinlenirken size de Gaziantep Mevlevihanesi’nin tarihinden ve özelliklerinden kısaca bahsedeyim.
Restorasyon çalışmaları nedeniyle camiye ulaşamasak da kemerli giriş kapısının üzerindeki Farsça kitabeden anlaşıldığı kadarıyla burası 1638 yılında Ayıntab Sancak Beyi Türkmen Mustafa Ağa bin Yusuf tarafından yaptırılmış. Mustafa Ağa, 1640 yılında yapılan bir düzenlemeyle kendi adını taşıyan vakfa, kardeşi Şaban Dede’nin oğlu postnişin (Tekke Şeyhi) Mehmet Dede ve onun soyundan gelen erkek çocukların şeyh olabileceğini, şeyhlerin de vakfı yönetmesini şart koşar. Ancak yaşayan erkek çocuk olmazsa Konya Mevlevi Şeyhi’nce atama yapılması kararı kayıtlara girer. Sancak Beyi Mustafa Ağa Mevlevihane’de bulunan semahane, mescit, ilk Şeyh Mehmet Efendi’nin selamlığı, dokuz derviş hücresi, bir havuz, meyveli ve meyvesiz bir bahçeyle beraber buraya gelir getirmesi amacıyla bir un kapanı, iki boyahane, yirmi dükkân, bir ahır ve yirmi odalı han vakfeder.
Semahane ve onun hemen dibinde bulunan mescit bölümü Mevlevihane‘nin günümüze kadar gelen en eski yapıları. Semahane 1675 yılında cuma hutbesinin okunması ile birlikte cami konumuna geçer ve böylelikle Mevlevihane (Tekke) Cami olarak anılır. Bugünkü mescit kısmının kuzeyinde bulunan selamlık dairesinin farklı zamanlarda genişletilmesi ile buranın üçüncü katı mescit üstüne ve semahane önüne taşırılmış.
Genelde maddi hayattan ve gürültüden uzakta kalması amacıyla şehir dışında yapılan tekkelerden farklı bir konuma sahip olan Gaziantep Mevlevihanesi, yüzyıllardır bir ticaret merkezi olan şehrin kalbinin attığı çarşıların tam ortasına kurulmuş ve böylece dervişler dünyadan ellerini eteklerini çekmeden esnafla iç içe yaşamayı öğrenmişler. Antep farklılığı da bu olsa gerek…
Üç katlı, çatısı dışarı sarkmış selamlık binası 1886-1887 yıllarında daha küçük olduğu sanılan eski selamlığın yerine inşa edilmiş. 1901 ve 1903 yıllarında Gaziantep’te çıkan iki büyük arasta yangını Mevlevihane‘ye ait han ve dükkânların yanmasına sebep olmuş. O zamanlar Tekke Şeyhi olan Mehmed Münib Efendi kendi parasından 130 bin kuruş harcamak suretiyle Buğday Hanı, Tahmis Kahvehanesi, bir süpürgeci odasıyla otuz üç dükkânı yeniden yaptırarak Mevlevihane’ye vakfetmiş.
Ayrıca yanına da 1906 yılında Şeyh İsmail Hakkı Efendi tarafından bir çeşme yaptırılmış.
25 Ekim 1925′te çıkarılan bir yasayla tekke ve zaviyeler kapatılınca Gaziantep Mevlevihanesi de Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün yönetimine geçer. Zaman içinde selamlık ve harem bölümü ilkokul, müftülük binası, cami lojmanı ve sağlık ocağı olarak kullanıldıktan sonra, “Her Bölge Müdürlüğü’ne bir vakıf müzesi“ anlayışıyla hareket eden Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından burada restorasyon çalışmaları başlatılır. Artık bu mekân 2007 yılı baharında Gaziantep Mevlevihanesi Vakıf Müzesi kimliğiyle geçmişteki önemini yeniden kazanır… Böylelikle müzeler şehri olma yolunda hızla ilerlemeye devam eden Antep, modern anlayışla düzenlenen bir müzeye daha kavuşur. Bu konuda şimdilik bu kadar bilgi yeter diyelim ve buraya bir nokta koyalım.
Biliyor musunuz? Eski Antep evlerinin hepsinde, çatıya yakın bazı pencerelerin hemen üstünde binalara ışık ve hava sağlayan elips veya dikdörtgen şekilli kuş tağaları vardır. Bu minicik pencerelerden güvercinler de hiç eksik olmaz. Biraz dinlenmek üzere oturduğum yerden başımı yukarı kaldırınca selamlık binasının kuş tağalarında tünemiş bir iki güvercinle göz göze geldim. Sanki benimle sessizce selamlaşıp hal-hatır sordular… Kim bilir bu mekânda onlar ne görüyorlar, ne hissediyorlar, gerçekten çok merak ediyorum…
Müzeyi gezmeye üç katlı binadan (selamlık) başlayalım. Demin oturduğum yerden avluya bakan cephesinde üç katta toplam, basık kemerli on iki pencere ve dokuz tane kafesli kuş tağası saydım. Zemin katta müzenin sistem odası bulunuyor.
Dıştan ahşap tırabzanlı sekiz basamakla birinci kata adım attım. Şimdi buraya kadar gelinir de, Müze açıldığından beri tanıdığım, hoş sohbetlerinden çok keyif aldığım Sanat Tarihçisi-Müze Uzmanları Zafer Gülbahar ve Leyla Başboğa Çiçek’e bir merhaba demeden devam etmek olur mu? Tam düşündüğünüz gibi de yaptım! Zafer Bey’in içten, dar-dik merdivenleri ve çok katlı olmasından dolayı “Antep’in ilk apartmanlarından biri” olarak tanımladığı selamlığın bu katında bulunan ve büro olarak kullanılan odaya bir merhabayla girdim. Sergilenecek alan bekleyen iki güzel sandıklı saat ve bir dolu dosyanın arasında işlerine odaklanmış, Gaziantep Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nün vizyonları geniş iki değerli genç uzmanını görmek bana hep iyi gelmiştir. Tekrar görüşmenin verdiği memnuniyetle hal-hatır sorma faslının ardından kısa bir Mevlevihane-Müze sohbetine girdik bile. Eksik olmasın Zafer Bey bıkıp usanmadan, sabırla bilmek istediklerimi anlattı.
İçinde fıskiyeli mini minnacık bir havuzu ve binbir renkli çiçeklerin bulunduğu saksılarla çevrili avlusunun, bahar aylarında konserler, sema gösterileri ya da sergiler gibi etkinliklere ev sahipliği yaptığını öğrendim. Kapısı herkese açık olan Müze, Zafer Bey’in çabalarıyla büyük bir buluşmaya da kucak açmış. Mevlevihane’nin otuz yıl süre ile İstiklal İlkokulu olarak hizmet verdiğini biliyoruz. 1964 yılında okul başka bir binaya taşınana kadar şen-şakrak kahkahalarıyla buraya hayat veren çocuklar, 65 yıl sonra bir yaşanmışlığın izlerini yâd etmek üzere Nisan 2013′de bu avluda bir araya gelmişler. Kimi dede, kimi de nine olmuş ama o gün eminim ki 65 yıl öncesinin minik öğrencisi olmanın tadıyla hasret gidermişlerdir…
Gönülden ikram ettikleri bir iki bardak çayı içtikten sonra “yolcu yolunda gerek” deme zamanı da geldi artık. Zafer Bey ve Leyla Hanım’a teşekkür edip vedalaştıktan sonra yöre mimarisinde çok ender rastlanan içten yapılmış dar ve dik merdivenlerden ağır ağır Maden Eserleri ve Mevlevilik Kültürü Salonu’na çıktım. Bir zamanlar şeyhin makamı olan bu geniş odada Mevlevi dervişlerinin semah ve tasavvuf sahneleri canlandırılmış. Büyük bir itina ile Mevlevi giyim kültürüne göre giydirilmiş figürler, başlarında dövme yünden yapılan kahverengi “sikke” denilen külahlar, sırtlarında kolları geniş bol hırkaları, ayaklarında yemenileriyle yerdeki minderler üzerinde bağdaş kurmuş oturuyorlar. O kadar canlı gibi duruyorlar ki, birden oldukları yerden kalkıp benimle konuşacaklarmış gibi bir hisse kapıldım!
Hepsi sakallı olan dervişler önlerinde sedef kakma rahlelerin üzerindeki Kur’an-ı Kerim veya Mesnevi’den sayfaları okuyor gibiler. Duvarlarda tavana yakın yerlere hat sanatından güzel örnekler asılmış.
Salonun bir köşesinde başlarında sikke, üzerlerinde tennure (Mevlevi dervişlerinin giydiği kolsuz, yakasız, yırtmaçlı, beli kırmalı, uzun ve geniş giysi) olan iki semazen bulunmakta. Mevlevi giysilerinden olan sikkenin mezar taşını, tennurenin kefeni ve şimdi burada görmediğimiz ancak sema etmeye başlamadan önce tennurenin üzerine giyilen hırkanın da mezarı simgelediğini belirtmeden geçemeyeceğim. Semazenlerden birinin sağ eli açık yukarıya, Allah’a, sol eli yine açık ve yere dönük bir vaziyette sema ediyor. Öğrendiğim kadarıyla bu duruşun anlamı şöyle: “Hakk’tan alır halka saçarız; hiçbir şeyi kendimize mal etmeyiz. Görünüşte var olan, aracılık eden bir suretten başkası değiliz.” Diğeri de Pürsefa Han’ın önünde gördüğüm figüre benzer şekilde hemen şimdi sema etmeye başlayacakmış gibi. Kulun gerçeğe yönelip, akılla-aşkla yücelip, nefsini terk ederek, Hakk’ta yok oluşu ve olgunluğa ermiş biri olarak tekrar kulluğuna dönüşüne sema etmek deniyor.
Vallahi ne diyeyim! Mevlevi kültür zenginliğinin bir parçası olarak hazırlanan canlandırmalar tek kelimeyle harika.
Çok hoş bir uygulamayla müzeyi tasavvuf müziği eşliğinde geziyorsunuz. Ney ve tef sesi hep kulaklarınızda. Mevlevilikte tasavvuf müziği, tören sırasında yaşanan maneviyatın yol göstericisi ve tamamlayıcısı olarak ağırlıklı bir yere sahip. Mevlevi müzisyenler topluluğuna da mutrib deniliyor. Sanırsınız ki, bize bu tatlı huzuru salonun hemen girişinde bağdaş kurup yere oturmuş biri ney üfleyen diğeri tef çalan iki mutrib figürü sunuyor.
Gördüklerimden çok etkilendiğim bir gerçek. Bu odada gördüğümüz canlandırmaların hepsi, “olgun insan” yetiştirme okulu olan Mevlevihaneler’deki günlük hayatı anlatıyor. Eğitim, öğrenim ve ayinler. Mümkün olsa dervişlerin yanına oturup bu mekânın gizemli havasında bir parça olmak isterdim…
Salondaki bazı pencerelerin iç kısımları vitrin olarak değerlendirilmiş. Buralarda Türk Maden Sanatı’nın önemli örneklerinden olan mihrap şamdanları, mumluklar ve cami kandilleri sergileniyor.
Artık başımızı kaldırıp tavana bakma zamanı geldi. Bu tavan elips şeklinde ve sihirli parmaklar tarafından aslına uygun bir şekilde bezenmiş. Çiçekler, yapraklar lacivert ağırlıklı boyanmış. Sade ama çok etkili bir tavan süslemesi gerçekten. Eklediğim fotoğraflara dikkatle bakmanızı öneririm. İnanıyorum ki çok beğeneceksiniz.
Dervişlerin olduğu salondan girilen yine şeyhin özel kullanımına ait iki odadan bir tanesi Hat Salonu. Burada sergilenen tezhip ve ebru sanatının olağanüstü güzel motifleriyle süslenmiş altın ve gümüş yaldızlı onlarca Kur’an-ı Kerim ve hat levhalar bulunuyor. Beylikler Dönemi’nden Osmanlı Dönemi’ne kadar geçen uzun bir zaman dilimine ait olan hepsi el yazması irili ufaklı bu muhteşem eserler, özenle pencere vitrinleri içinde korunarak sergileniyorlar.
Etkilenmemek mümkün değil doğrusu. El emeği göz nuruyla kim bilir kaç ayda, kaç senede ve nasıl bir duygu yoğunluğuyla yazılmışlar?
Hat Salonu’ndan Saat ve Etnografik Eserler Salonu’na geçer geçmez gözüme ilk çarpan devasa sandıklı saatler oldu. Gaziantep Camileri’nden getirilip burada sergilenen saatler 19. yüzyıla ait. Hepsi göz kamaştıran zamanın efendisi saatler, geçmiş zaman penceresinde sanata verilen değerin de bir göstergesi. Burada ayrıca üç kulplu bir küp ve Selçuklu Dönemi el yazması bir Kur’an-ı Kerim teşhir ediliyor. Bu iki salonda bulunan her obje tarihin izlerini gözler önüne sererken, geçmişle günümüz arasında âdeta bir köprü kuruyor.
Sıra geldi Mevlevihane’nin Şeyhleri ve bunların ailelerine ait olan eşyaların bulunduğu vitrinlere. Şeyh Münib Efendi’nin siyah-beyaz fotoğrafı ve yemek bohçası, son Şeyh Mustafa Nuri Ocak’ın ham ipekten yapılmış sarma kemerli içliği, mühürler, su tası, bardaklar ve bir Gaziantep kilimi. Eski Devlet Bakanı merhum Kâmil Ocak’ın eşine ait sade ve çok güzel bir gelinlik.
Gaziantep şehrinde iz bırakmış bir aileden günümüze kadar gelip, şimdi ait oldukları yerdeki yüzlerce yıllık yaşanmışlığı anlatıyorlar.
Nesilden nesile özenle aktarılarak sabırla günümüze kadar korunmuş aile yadigârı eşyalar, son Mevlevihane Şeyhi Mustafa Nuri Ocak’ın torunu Nükhet Ocak Balkan tarafından Gaziantep Mevlevihanesi Vakıf Müzesi’ne vakfedilmişler.
İşte bu noktada Nükhet Hanım’ın aile yadigârı eşyaları Müze’ye vakfetmesi aşamasında neler hissettiğini çok merak ettim. Dolayısıyla yazıya başlamadan önce kendisine ulaştım. Eksik olmasın isteğimi kırmadı ve kıymetli vaktini ayırıp, bana Mevlevihane’yi, ailesini ve duygularını anlatan detaylı bir mektup gönderdi. Bu güzel duyguları sizlerle kısaca paylaşayım.
“Son Şeyh Mustafa Nuri Ocak, babam merhum Kâmil Ocak’ın babasıdır. Dedem, 1910-1918 yıllarında Antep Belediye Başkanlığı yapmış ve Antep Harbi sırasında Müdafa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı olmuştur.
Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün, Mevlevihane’nin Şahinbey Müftülüğü olarak kullanılmasına son vermesinden sonra, buranın bir müze haline getirilmesi fikri ve hayalleri beni sarmaya başladı. Hep düşünürdüm, burası müze haline getirilirse neler koyabiliriz, adı ne olur vb. diye. Bu arada günün birinde hayalim nasıl olsa gerçekleşecek diyerek de müzeye vakfedeceğimiz aile yadigârlarını toplamaya devam ettim.
Oldukça uzun süren uğraşılarım sonucunda nihayet Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden beklediğim haber geldi. ‘Gaziantep Mevlevihanesi Vakıf Müzesi’ni açıyoruz, elinizdeki aile yadigârlarını Müze’ye koyabilirsiniz.’ Bu haberi aldığımda ne kadar mutlu olduğumu anlatamam.
Bu Müze’yi, meydana getirdiğim, şekillendirdiğim çocuğum gibi görüyorum. Daha önce yaşayan, şehre özgü değerleri, bir kenarından tutup, bir şeyler de katarak gelecek nesillere emanet etmek düşüncesindeydim. Bu engin denize ben de bir kum tanesi koyabildiysem ne mutlu bana…“
Nükhet Hanım’ı Gaziantep’te iz bırakmış bir kültürü yaşatmak adına yaptığı çalışmalar için kutlamak gerek. Eksik olmasın!
Buraya kadar Müze içinde bulunan salonlarda olabildiğince farklı açılardan fotoğraf çektim. Yani her sahneyi sabitleştirdim. Her salonla ayrı ayrı vedalaştım. Artık Müze’nin bu kısmından da ayrılma zamanı geldi de çattı bile.
Bir ara avluda otururken gözüme bir saksı içinde duvar dibine yerleştirilmiş cılız limon ağacı takılmıştı. O an, bu çok cılız, meyve verene kadar yıllar geçer, diye düşünmüştüm. Geçen yıl tam üç tane limon verdiğini duyunca çok sevindim. Ancak, önyargılı olduğum için de biraz utandım. Hazır avluya inmişken bizim limon ağacından bakışlarımla bir özür diledim ve ardından keyfim de yerine geldi.
Şimdi ver elini bir zamanlar Şeyh’in ailesiyle birlikte oturduğu iki katlı revaklı binada (harem) bulunan Halı ve Kilim Salonları.
Tırabzanları sarmaşıklarla sarılı merdivenlerden çıkıp, sırayla Anadolu’nun bağrından doğan motiflerle dokunmuş eski halı ve kilimlerin sergilendiği üç odaya giriyoruz. Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne ait olan Anadolu kültür zenginliğinin bir parçası halı ve kilim derlemeleri müzeye bir farklılık katmış. Ayrıca motifler ve anlamlarıyla ilgili bilgilerin yer aldığı panolar da sorulara cevap olarak çok iyi düşünülmüş.
Birkaç kare fotoğraf daha çektikten sonra, önce kuş tağalarında beni gözleyen güvercinlerle, sonra da Müze güvenlik görevlileriyle vedalaşıp, kulağımda ney ve tef sesiyle bana tatlı bir huzur sunan Müze’den ayrılıyorum.
Tarihte silinmez izler bırakmış Mevlevi kültürünü alabildiğince dağarcığıma doldurdum. Ruhumla aldım ve kalemimle de sizlere veriyorum.
Ayrılıyorum ama bir daha gelmek üzere! Herkesi Gaziantep Mevlevihanesi Vakıf Müzesi’ne davet ediyorum. Gelin geçmişin izlerini günümüze taşıyan bu mekânı görün. Sonra eşinize dostunuza anlatın, onlar da gelsin. Gaziantep, zengin tarihi, kültürü, dillere destan yemekleri, çalışkan, güler yüzlü ve yardım sever insanlarıyla sizleri her zaman SONSUZ SEVGİYLE kucaklamaya hazır…
Son durağımız Mevlevihane Mezarlığı. Aslında mezarlığa kısa yoldan Mevlevihane’nin Şehitler Caddesi’ne çıkışından gidilebiliyor. Fakat restorasyon çalışmaları dolayısıyla geçit bu sıralar kapalı. Müzeye gelene kadar takip ettiğim yolu geri döndüm. Güvercinli çeşme Kadı Kasteli’nin önünden bir müddet yürüyüp Mezarlığa ulaştım. Buraya Hakk’ın rahmetine kavuşmuş Tekke Şeyhleri ve son Şeyh Mustafa Nuri Ocak defnedilmiş. Bu küçük mezarlığın bir tarafını Tekke Cami, diğer tarafını çevredeki dükkânlardan birinin arka duvarı ve Tahmis Kahvehanesi’nin arka avlusu çeviriyor. Güzel motiflerle süslenmiş mezarlar biraz kırık, biraz dökük görünüyorlar ve bir an önce özen gösterilmeyi bekliyorlar!
Söyleyecek çok söz yok! Hepsi nur içinde yatsınlar… Son durakta çok duygulandım dersem yalan olmaz! 400 yıllık Tahmis Kahvehanesi’ne gidip menengiç kahvesi içesim de yok artık. Kısmetse gelecek sefere diyerek Maarif Meydanı’na doğru ağır ağır yürümeye başladım. Her gelişin bir de dönüşü var, değil mi ama?
Yazıya Mevlâna’nın bir söylemiyle başladım, başka bir deyişiyle de bitiriyorum.
“Sevgide güneş gibi ol, dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol, hataları örtmede gece gibi ol, tevazuda toprak gibi ol, öfkede ölü gibi ol, her ne olursan ol, ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol…”
Kaynak: Türk Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi Cilt 13, Doç.Dr. Yusuf Küçükdağ (Osmanlı Dönemi’nde Gaziantep Sempozyumu), www.wikipedia.org