“Bir şehir düşünün! Dünyanın üzerinde hâlâ yaşanılan en eski şehirlerinden biri olsun. Altı bin yıllık geçmişinin imbiğinden süzülerek gelen sayısız tarihi ve kültürel zenginlikleriyle göz kamaştırsın. Doğal güzellikleriyle nefesleri kessin. Uğruna kahramanlık destanı yazılıp, savunmasıyla bir ulusun kaderini değiştirerek Gazi unvanını almış olsun. Ulu Önder Atatürk’ün nüfusa kayıtlı olduğu üç ilden biri olma şerefini taşısın! Tam ortasında da, şehrin kuruluşuna tanıklık eden vakur bir kalesi bulunsun…”
Burası; gökkuşağının bütün renklerini bağrında barındıran sanayi, ticaret, tarih ve kültür diyarı Kadim Kent Gaziantep! Yeryüzünde bu özelliklere sahip kaç şehir var dersiniz?
Anadolu’yla Mezopotamya’nın kucaklaşıp doğu ve batı kültürlerinin harmanlaştığı Gazi şehir âdeta içine asırları sığdırmış bir hazine sandığı… Medeniyetler tarihinde çok önemli bir yere sahip olan kent coğrafyası; iklimi, su kaynakları, bire beş veren verimli toprakları ve hammadde kaynaklarıyla, insanoğlu sahneye çıktığından beri hep bir cazibe merkezi olmuş. Ayrıca; Çin’den başlayarak Anadolu ve Akdeniz aracılığıyla Avrupa’ya kadar uzanan ve dünyanın en eski ticaret yolu diye bildiğimiz Tarihi İpek Yolu’na bağlanan yolları olması, bereketli kırmızı toprakları hep vazgeçilemez kılmış.
Hâl böyle olunca, tarih öncesi dönemlerde bile yerleşimi olan bu kıymetli coğrafyanın geleni gideni de çok olmuş. Hitit, Med, Asur ve Persler, Kommagene Krallığı, Selefkoslar, Romalılar ve Bizanslılar gelip art arda hüküm sürerler. Antik şehirlerini kurarlar ve arkalarında kültürlerini gelecek nesillere taşıyacak sayısız şaheserleri bırakıp, göçüp giderler. Tüm insanlığın ortak mirası olarak kabul edilen tarihi ve kültürel değerlere sahip Gazi Şehrim bir hazine sandığı değil de nedir dersiniz?
Bizans egemenliğini sonlandıran İslam-Arap ve ardından İslam-Türk dönemleri başlar. 1516’daOsmanlı Devleti’nin hükümranlığına girer ve kendine has kimliğini kazanır.
Bu geçen zaman zarfında her şey güllük gülistanlık değildir tabii! Madem böylesine stratejik öneme sahip topraklar söz konusu; o zaman buraları koruyup-kollamak için kaleler, kuleler inşa etmek gereksinimi de ortaya çıkar. Antik devirde ve sonrası kadim kentin sınırları içerisinde birçok kale yapılır. Zaman ilerledikçe mevcut kaleler genişletilip, dönemin ihtiyaçlarına göre donatılır. Gaziantep kısaca “Kaleler Diyarı” olarak da bilinir.
O zaman lafı çok dolandırmadan iyi huylu, çalışkan, dost ve üretken insanlar diyarı Antep’e doğru yollara düşelim. Düşelim de, kentin tam ortasında yüzyıllardır tarihe sessizce tanıklık eden Gaziantep Kalesi’nin kapısını aralayalım. Bir bakalım bizim görmüş-geçirmiş kale kulağımıza neler fısıldayacak ve kendinden neler gösterecek…
GAZİANTEP’TE OLMAK
Gazi şehre seyahatim sonbaharın son demlerine denk geldi. Akşam geç vakit nihayet konukevine vardığımda ilk işim pencereden, neredeyse şehrin her yerinden rahatlıkla görülen Gaziantep Kalesi’ne şöyle bir göz atmak oldu. Işıklandırılmış hâliyle öyle güzel gözüküyordu ki! Dayanamadım, gündüz gözüyle görüşürüz dercesine çocukça bir el salladım.
1998 yılında ilk kez bir gezgin merakıyla adım attığım kadim kent, sayısız özellikleri ve güzellikleriyle beni öylesine sarıp sarmaladı ki, bir de baktım gönlümün şehri olmuş… Senede en az iki defa gelir havasını solurum ve her gelişimde aynı tatlı heyecanı duyarım. Bu kez de öyle oldu. Güneş yüzlü şehrimin kokularını, seslerini, renklerini, tatlarını ve güneşinin doğuşunu seyretmeyi ne çok özlediğimi derinden hissettim. Bu güzel duygu da yorgunluğumu bir çırpıda aldı gitti…
Memlekette uyanmanın keyfine yöreye özgü Antep Peyniri, “kübban” denilen üzeri susam ve çörek otu serpilmiş sıcacık ekmekle kahvaltıyı ekledikten sonra, sıra geldi gönlü güzel insanlar diyarının sokaklarında kaybolmaya…
Güneşli güzel bir güz sabahında Gazi şehirde ilk işimiz; Gaziantep Kalesi’nin her nedense uzun bir zamandır ziyarete açık olmayan “üst kısmını” gezip görmek için gereken izni almak üzere Gaziantep İl Kültür Turizm Müdürlüğü’ne doğru yola koyulmak. Derdim; sadece okuyup öğrendiklerimi değil de gezip gördüklerimi de anlatmak…
Antep’e her gelişimde şehre ayak basar basmaz ilk fırsatta 100. Yıl Atatürk Kültür Parkı içinde ve Alleben Deresi'nin yanı başında yer alan İl Kültür Turizm Müdürlüğü'ne uğrarım. Şehirde gezilip görülecek yerler hakkında kaynak gösterip bıkmadan, usanmadan bilgi verirler. Eksik olmasınlar…
Şehri ortasından Şahinbey ve Şehit Kâmil olmak üzere iki merkez ilçeye ayıran Alleben Deresi’yle göz göze gelmem uzun sürmedi. İki dost gibi bakışıp, selamlaştık! Ardından sen yoluna, ben yoluma deyip yürümeye devam ettim. Devasa ölçülere sahip parkın içinde bulunan ağaçlardan yerlere dökülmüş gazeller, âdeta bir halı oluşturmuş. Gaziantep’in akciğeri tanımlaması yapılan park, hazan mevsiminin alacalı renklerine bürünmüş haliyle çok huzur verici. Aslında burada biraz oyalanmayı çok isterdim! Ancak uzaktan görünen kale ‘‘Aman geç kalma, erken gel!” der gibi yakın takipteydi…
Bugün şanslı günümdeyim! Formaliteler çabucak tamamlandı, izin artık çantada. Üstüne üstlük, kaleyi Arkeolog Dr. Burhan Balcıoğlu’yla gezme imkânı ortaya çıkınca keyfim dörde katlandı. Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz… Gizemli mekânda bulunan her taşa eli değmiş bir uzmanla burayı gezmenin tadını şimdiden hissediyorum dersem, yalan olmaz.
Dr. Balcıoğlu 1998-2005 yıllarında kalede yapılan kazı çalışmalarına Gaziantep Müzesi sorumlusu olarak katılmış, ülke çapında geçmişe ışık tutan birçok araştırmaya imza atmış önemli bir kazı bilimci. Bu arada yardımlarından dolayı Gaziantep İl Kültür Turizm Müdürü Ergun Özuslu’ya bir defa daha buradan teşekkür ederim, sonuçta her şey Gazi Antep için…
Birkaç saat sonra değerli uzmanla kale önünde buluşmak üzere anlaşıp şehrin kalbine doğru yürümeye başladım. Kıymetli topraklarımız üzerinde belki yüzlerce kale var ama bildiğim kadarıyla ortasında kalesi olan ve etrafında şehir kurulan kale sayısı çok az. Bu durum bizim kaleyi diğerlerinden farklı kılan özelliklerden biri. Bilhassa Osmanlı Dönemi’nde kale etrafına çok sayıda geleneksel Antep evleri, han, hamam, cami ve bedestenler yapılır, o zamanlardan beri bu bölge şehrin kalbinin attığı yer konumunu alır. Zanaatkârları, tüccarlarıyla tanınır, açılan sayısız medreseleriyle ilim ve irfan merkezi olur. Bu özelliğini günümüzde bile kaybetmemiş bir bölgedeyiz yani…
Nihayet Gaziantep Kalesi’yle karşı karşıyayım. Üstünde dalgalanan ay yıldızlı bayrağımızla öyle gururlu bir duruşu var ki çok etkilendiğimi belirtmeden geçemeyeceğim… Bir an aklıma Büyük Üstat Yavuz Bülent Bakiler’in “Antepli Şahin” şiirinden bir kıta geldi.
Bir bayrak dalgalanır Antep Kalesi üstünde
Alı kanımdaki al, akı alnımdaki ak
Bayraklar içinde en güzel bayrak
Düşüncem senden yanadır…
Antep savunmasının izlerini taşıyan kale, binlerce şehidin kanlarıyla yazılan Kahramanlık Destanı’nın da en yakın şahidi.
GAZİANTEP KALESİ
Asırları arkasında bırakmasına rağmen dimdik ayakta kalmayı başaran Gaziantep Kalesi, yaklaşık 30 metre yüksekliğinde şehre hâkim bir tepe üzerine kurulmuş. Kuzeyinden akıp giden ezeli dostu Alleben Deresi de iyi gününde, kötü gününde hep yanı başında olmuş. 2006 yılında “Kültür Yolu Projesi” kapsamında çevre düzenlemesiyle etrafı açılıp kısmen yeşil alan uygulaması yapıldığından beri görünüşü daha bir görkemli. Demek ki önemsenmek ona iyi gelmiş!
Görevini dört dörtlük yaptığı dönemlerde, etrafında kuş uçurtulmayan kalenin batıdaki giriş kapısına çıkaran yola elimi kolumu sallayarak girdim. Ağaçlandırılmış bu yol üzerinde Antep Savunması’nda öne çıkmış kahramanların çeşitli betimlemelerle yapılmış ve sağlı sollu yerleştirilmiş heykelleri bulunuyor. Minnet duygulu bakışlarımla hepsiyle göz göze geldik!
Dairesel planlı kalemizin batısından güneyine kadar devam eden ve derinliği 10 metre, genişliği 30 metre ve uzunluğu 200 metre olan bir hendek bulunuyor. Hendek, kaleye yapılan saldırıları yumuşatmak ve zemin seviyesindeki tonozlu galerilerin mazgallarından düşmanı vurmak amacıyla yapılmış. Sanıldığı gibi hiçbir zaman da suyla doldurulmamış. Kurtuluş Savaşı’nda, Fransızların yoğun top atışlarından surlar yıkılmasın diye, koruma amaçlı olarak tamamen toprakla doldurulmuş. Kazı çalışmalarında tekrar eski haline getirilmiş. Köprü üzerinden geçip iç kaleye gidebilmek için “dizdar” kapısına birkaç basamakla çıkarak vardım. Buradan hendek üzerine yapılmış bir köprüden geçilerek kalenin asıl giriş kapısına ulaşılıyor. Kesme taştan yapılmış dizdar kapısının üzerinde bulunan kitabede; kapının 1558 yılında Kanuni Sultan Süleyman zamanında onarıldığı yazılı.
“Kapımı desem oda mı?” şaştım kaldım vallahi! Burası içine en az altı kişinin sığacağı bir odacık gibi. Bir zamanlar burada nöbet tutan muhafızların oturabilmeleri için sağlı sollu iki eyvan yapılmış. Eyvanlara yine Antep savunması kahramanlarına ait heykeller yerleştirilmiş. Yanlarına oturup Dr. Burhan Balcıoğlu’nun gelmesini beklerken, kalemiz hakkında daha önce öğrendiğim bilgilere kısaca bir göz atalım. Gelin işe önce coğrafi konumu ve tarihçesinden başlayalım…
Her ne kadar sırlarını gizlese de, kazı bilimcilerin tuttuğu ışık sayesinde kale hakkında birçok veriye sahibiz. Kuzeydoğusunda bulunan devasa doğal bir kaya kütlesi üzerine kurulmuş bulunan kalenin güneyinde bu ana kayaya sırtını yaslamış oldukça yaşlı ve Gaziantep şehrimizin temelini oluşturan bir höyük bulunuyor.
Kazı bilimcilerin kale höyüğü katmanları arasında ortaya çıkardıkları buluntularda yapılan incelemeler sonucunda ezber bozan bilgilere ulaşılır. Geç Uruk Dönemi (M.Ö.3700-3100) özelliklerine ait olduğu bilinen tabakalar bulunur. Daha bitmedi; kalenin güney yamacında yapılan yüzey araştırması ve kazı çalışmalarında bulunan** Halaf ve Ubeyd (M.Ö. 5600-5300) dönemi tabakalar da tespit edilir. Bu bilgilerden yola çıkarsak Gazi şehrin bilinen yaşı da değişir! 6 bin değil de kabaca 8 bin yıllık bir geçmişe sahip olur, değil mi? Her neyse, kaç yaşında olursa olsun o zaten ”dünyanın göz bebeği bir şehir…”
2-3. yüzyılda burada “Theban” isimli küçük bir kent olduğu biliniyor. İlk olarak Romalıların 2-4. yüzyıl arasında kalenin oturduğu ana kaya üzerine bir gözetleme-güvenlik kulesi ya da birkaç burçtan oluşan bir kalecik inşa ettikleri varsayılmakta. Kentin ve gözetleme kulesinin aşağı yukarı aynı zaman dilimine rastlaması, aklıma bin bir soru getirmeye başladı. Acaba hangisi daha eski? Önce kent sonra kule veya kuleler mi yapıldı, yoksa tam tersi mi oldu? İşte böyle! Bazen detaylara takılmadan edemiyor insan…
Kulenin Dülük yoluna hâkim bir tepede olması, bu yolu kontrol altında tutmak niyetiyle yapılmış olduğu düşüncesini akla getiriyor. Dülük Antik Kenti, tarihin en eski çağlarından beri bu coğrafyada kullanılan önemli yolların bağlantı noktasındadır ve aynı zamanda o dönemlere damgasını vuran önemli bir inanç merkezidir.
Egemenlik sırası Bizanslılara geçince İmparator Jüstinyen döneminde (6. yüzyıl) bizim kale şimdiki şeklini alır. Yani; batı, güney ve doğuya doğru tepenin sınırına kadar genişletilir. Kare ve çokgen planlı 12 burçla aynı hizada gibi olan ve tamamen kesme taştan sağlam kale bedenleri yapılır. Belli aralıklarla mazgal pencereleri açılır. Burçları birbirine bağlayan tonozlu (yarım silindir şekilli tavan örtülü) galeriler inşa edilir. Alt bölümde de dehlizlerle ulaşılan büyük odalar ve zindanlar yapılır.
Şimdi buraya bir nokta koyalım ve bakalım kalenin inşa malzemesi nereden gelmiş; Dülük (Doliche) antik kenti o dönemlerde tanrılarıyla olduğu gibi taş yataklarıyla da önemlidir. Büyük bir olasılıkla yapımda kullanılan taşlar oradan getirilmiştir. Bizim kale artık bir kule ya da kalecik olmaktan çıkmış, dairesel planlı, çevresi 1200 metre olan 100 metre çapında dört dörtlük bir kale olmuştur.
Bizans döneminden sonra sıkça el değiştiren kaleyi yakıp yıkarak tahrip eden egemenlikler olduğu gibi onarıp, eklemeler yapanlar da olmuş. Bütün bu olumsuzluklara rağmen kalenin mimari bütünlüğü korunmaya çalışılmış. Memlûkler, Dulkadiroğulları ve 16. yüzyıldan sonra da Osmanlılar kaleye gözleri gibi bakarlar. Birkaç burç üzerinde, dizdar kapısı ve asıl kapı üzerindeki kitabelerle de kendilerinden bugün bile söz ettirirler. Osmanlı Dönemi’nde bölgeye huzur ve barış gelince kalenin işlevinde durgunluk dönemi başlar. Yüzyıllar birbirini kovalar, şehirde yaşayan medeniyetler değişir ama yerleşim yerleri aynı kalır. Kale ve çevresi yaşamın odağını oluşturur. Daha önce de belirttiğim gibi bu bölge kültürel ve ticari hayatın kalbi olarak günümüze kadar bu özelliğini korur…
EVLİYA ÇELEBİ’DEN KALEYE DAİR İZLENİMLER
Anlatı diline hayran olduğum Seyyahların Piri Evliya Çelebi’nin17. Yüzyılda kale hakkında öyle detaylı ve gerçek gözlemleri olmuş ki insan asırlar önce çizilmiş bir tablonun içinde kaybolur gibi oluyor. Bakalım siz ne diyeceksiniz? Bence Gaziantep Kalesi’ne gelmeden illa da bu izlenimleri okuyun. Kaleyi anlamanıza çok yardımcı olacaktır…
Şehrin ortasında kudret kayası üzerinde değirmi (yuvarlak) şekilde çok güzel, metin bir kaledir. 1300 adımdır. Hendeği 40 arşın eninde, 20 arşın derinliğinde kesme kayadan oyulmuştur. Hendekten kalenin görünüşü kaplumbağaya benzer. Taşların büyüklüğü bir fil kadardır. Kalenin çevresi üzerinde, her biri mimari sanat eseri olan *26 kule vardır (bazı kaynaklarda kule sayısının 36 olduğu belirtilir.) Kulelerin alt kısımlarında hendeğin etrafını çevirmiş mağaralar vardır. Bu kalenin batısında yedi kat demirden kapılarının üstünde kitabeler bulunur. Hendek üzerine kurulmuş tahtadan asma köprüsünü, bekçiler gece makaralarla çekerler ve kapının üstüne koyarlar. Bu kapıdan hendeğe bakanın başı döner. Karanlık bir yoldan geçilerek gidilen kemer içinde etrafına parmaklık çevrilmiş yerde Muhammed Gazali’nin kabri bulunur. Kalenin içinde 40 ev ve bir cami, bir hamam, birkaç buğday ambarı vardır. Çarşısı pazarı yoktur. Kalede bulunan asker ve kale ağası buradan hiçbir yere ayrılmayarak otururlar. Baca benzeri nefesliklerle havadar bir oturma yeridir. Kapı aralıklarında çeşitli savaş araç ve gereçleri, silahlar, demir açma kafesleri, saçma topları vardır. Kale, silah ve askerlerle donatılmış, cephaneleri ile beraber 70 tane top dizilmiştir. Bin bir bedeni olan kalenin temelindeki kayaların içinden yine dairevi bir biçimde kaleyi çevreleyen hendeğe bakan mazgal delikleri açılmıştır ki hendek kenarına kuş bile konmaz... Daha fazla bilgi var ama şimdilik bu kadar diyelim.*
İÇ KALE AVLUSUNA DOĞRU
Bu arada Dr. Balcıoğlu ve Gaziantep İl Kültür Turizm Müdürlüğü’nde görevli Selçuk Korkmaz da geldiler. Kısa bir hâl-hatır sorma ve selamlaşma faslından sonra ver elini kalenin içi ve üstü. Dizdar kapısını kullanarak hendek üstünde bulunan köprü üstünden geçtikten sonra yokuş yukarı kalenin asıl kapısına varana kadar bize yine Antep savunması kahramanlarının heykelleri eşlik ettiler. Kapı üzerindeki kitabede 1481'de Memlûk Sultanı Kayıtbay’ın kaleyi onarttığı belirtilmiş. Bu arada önemli bir bilgi: Gaziantep Kale’sinin yapım teknikleri ve planı açısından meşhur Halep Kalesi’nin küçük bir modeli olduğu ve üzerinden geçtiğimiz köprünün yerinde bir zamanlar açılır kapanır bir asma köprü olduğu biliniyor. Yani Evliya Çelebi’nin anlattığı gibi! Demek ki; 17. yüzyılda burada bir asma köprü varmış. “Ah keşke öyle kalabilseydi!” diye bir an düşünmeden edemedim.
Kalenin aslına uygun olarak yenilenmiş iki kanatlı demir kapısından girince, iç kesimlerine doğru giden galerilerde, Kurtuluş Mücadelesi’ni bütün detaylarıyla günümüze taşıyan “Gaziantep Savunması ve Panoraması Müzesi” bulunuyor. Daha önce iki kez gördüğüm müzede; 62 heykel, 37 rölyef, 18 pano, 13 büst, 130 portre, haritalar, krokiler ve bilgi panoları sergileniyor. Ayrıca galeri boyunca 16 LCD televizyonu yerleştirilmiş ve belgesel nitelikte kurgulanmış olan filmde Antep savunması, kurtuluşu ve Gazianteplilerin yazdığı Kahramanlık Destanı’nın ruhu anlatılıyor. Gaziantep Büyükşehir Belediyesi’nin açtığı bu müzeyi gelip mutlaka görmek gerek…
Tavan kemerlerinden birinin üstünde kendilerine yer bulup tünemiş barış sembolü olan birkaç güvercin gözüme ilişiyor. Hatta bir tanesi sanki “Hoş geldiniz!” der gibi başımızın üstünde bir tur atıp, tekrar diğerlerinin yanına kondu. Kale içinden sola doğru devam eden ve zemini taş döşeli hafif yokuşlu yüksek tonozlu galeriden nihayet iç kale avlusuna çıktık. Bunun öncesinde bir güvenlik görevlisinin demir parmaklıkla kapalı çıkışı açması gerekti. Bu kadar kıymetli bir mirası korumak da bizlerin boynunun borcu olsun artık, değil mi? Dr. Balcıoğlu’nun üç-beş adımda durup verdiği bilgileri can kulağıyla dinlemeye ve anlamaya çalışıyorum. Bu fırsat bir daha ele geçmez ki! Duyup öğrendiklerimi, aklımda kaldığı şekilde kısaca size anlatmaya çalışacağım.
Gaziantep Savunması’nda Fransız işgalcilerin top atışlarından büyük tahribat gören kale, uzun yıllar sessizliğin içine gömülür. Bu durum 1989 yılından bu yana Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Gaziantep İl Özel İdare Müdürlüğü el ele verip kazı ve aslına uygun yenileme çalışmalarını başlatana kadar devam eder. Kalenin çevresi belirlenir, koruma duvarları ve kaleye çıkış yolunda iyileştirme çalışmaları yapılır. Galeriler temizlenir, sur bedenleri onarılıp yükseltilir ve burçlar sağlamlaştırılır. Yukarıda belirttiğim dizdar kapısı ve ana kapılar aslına uygun olarak yenilenir. Diğer kapı girişleri de demir parmaklıklarla kapatılarak tehlike oluşturmalarından kurtarılır. İşin teknik kısmı da Gaziantep Arkeoloji Müzesi tarafından yürütülmüş. İyi ki de bu çalışmalar yapılmış ve kale ayağa kaldırılmış, tersi olsaydı tarih bize küserdi…
Sonunda kalenin iç avlusuna ayak bastık. Oldukça geniş bu alan üzerinde gözüme ilk olarak çarpan, çimenlerin arasında yükselen ve merak uyandıran yapı kalıntıları oldu. Tarihi dokuya zarar vermeden özenle yapılmış yürüme yolları ve kısmi çatılar da dikkat çekici. Bakalım bu yollar bizi nerelere götürecek? İlk durağımız kalenin güney kısmında bulunan Osmanlı Dönemi’nde yapılmış olan hamam.
HAMAM
İç avluya çıkışta sol tarafta bulunan ve kale muhafızları için yapılmış olan hamam, kalenin güney eteklerinde bulunan meşhur Naip Hamamı’nın küçük bir kopyasıymış. Buranın hamam olduğunu söylemeselerdi asla bilemezdim. Benim için bir tarihi yapının kalıntıları olarak kalacak ve öylece bakıp geçecektim. İyi ki kazı ve sanat bilimciler var da bizi aydınlatıyorlar. Teknik açıdan çok iyi donatılmış bir hamamdan söz ediyoruz. Sıcaklık, soğukluk, külhan, havalandırma ve duman bacaları, atık su yolları ve tuvaleti bile var. Duvarları sert kalkerli taşlarla örülmüş ve o zaman bu duvarları ören taş ustaları kendilerine has işaretlerini koymuşlar. Hamamın çatı örtüsü büyük ölçüde tahrip olduğundan şimdilerde üstünde koruma çatısı uygulaması yapılmış. Sıcaklık olduğu söylenen bölümde curundan (kurna) eser kalmamakla beraber; suyun aktığı bir delik ve sabun konulan bir oyuk gayet açık görülüyor. Kalenin zemininden geçen su kaynağından beslenen kuyudan çıkrıkla çekilen suyun külhanda bulunan bakır kazanlarda ısıtılarak hamamda kullanıldığı söylenir. Sıcaklık kısmında duvarların birinde sanki kahverengi tonlarıyla boyanmış çiçek motifine benzettiğim süslemeler görülüyor. Duvarlardan birinin üzerinde iki elin parmaklarının açıkça seçilebildiği kırmızı renkte bir el baskısı oldukça merak uyandırıyor. Dr. Balcıoğlu göstermeseydi inanın yine hiç fark edemezdim. Önümüzdeki dönemlerde bu bölümler halka açıldığında bilgilendirme panolarının konulması oldukça faydalı olacaktır. Hamam dedik, sudan bahsettik ve şimdi sıra geldi halk arasında yaygın bir şekilde anlatılan acı ve tatlı su söylentisine…
ACI SU, TATLI SU
Dr. Balcıoğlu’ndan kalenin altından geçen Pancarlı kaynak suyunun kilometrelerce uzaktan, Antep’in meşhur Burç Ormanları tarafından gelip, kalenin ana kütlesi altından geçerek Saçır Irmağı’na döküldüğü bilgisini öğreniyorum. Zeminde bulunan sarnıçta toplanan kaynak suyu kalede içilebilecek kalitedeki tek su kaynağı. Yani “tatlı su!” Gelelim “acı suya”; Kalede muhafızlar, dizdar ailesi ve zaman zaman tehlike söz konusu olduğunda ahalinin barındığını, suyun birçok ihtiyaç için kullanıldığını düşünün. Hâl böyle olunca; “pişmiş toprak künklerle” kalenin altındaki toplama çukurunda atık suların toplandığını gözünüzün önüne getirin. İşte bu birikinti “acı su” olarak bilinir.
Hava güzel, asırların izlerini yakından görmek çok heyecanlı, Dr. Balcıoğlu tam bir bilgi küpü! Yürüme yolundan hep beraber camiye doğru giderken, benim gibi ilk kez burayı gören Selçuk Korkmaz’la birlikte onun anlattıklarını heyecanla ve merakla dinliyoruz.
CAMİ
Hamamla beraber 2000 yılında yapılan kazı çalışmalarında ortaya çıkarılan dikdörtgen planlı cami, Osmanlı mimarisi özelliklerine sahip. Mihrabın sağında ve solunda duvara oyulmuş ikişer bölüm görülüyor. Buraya sanırım ya kitap veya lamba konulur. Mihrabın her iki tarafındaki köşe “kıymık” denilen yöreye özgü siyah taşlarla süslenmiş. Ayrıca mihrabın sağ tarafında kızaklı bir minberin yeri ve cami kazısında, duvarlardan birinde yapı malzemesi şeklinde kullanılan Bizans Dönemi’ne ait çift başlı bir kartal kabartması bulunmuş. Kim bilir bu kabartmayı nereden bulup getirdiler ve burada bir yapı malzemesi olarak kullandılar! Ahşap çatılı olduğu bilinen bu camide kadınların da ayrı bir bölümde ibadet ettiklerini duyduğumda şaşırdım. Hani burası askeri bir mekândı? Kadınların da kale içinde ibadet etmeleri nereden çıktı? Camide erkeklerle kadınların ayrı yerlerde ibadet etmeleri konusu ya sivil halkın sıkça kaleye girip çıktığı dönemlere denk geldi veya kalede yaşayanların eşleri tarafından yapılan ibadetlerle ilgili. Keşke şimdi bu taşların dili olsa da anlatsalar neden, niye!
Ne zamandan kaldığını bilmediğim iki paslı ve basit görünümlü top, aklıma kent kalelerinin vazgeçilmez bir parçası olan Ramazan Topları’nı getirdi. Antep Savunması’nda Fransızlar o dönemin en etkili savaş araç- gereçleriyle kadim şehri işgal ederler. Kahraman Antepliler ise ellerinde ne varsa onunla savunmaya geçerler. Kaleden Ramazan Topu’nu indirir, düşmana karşı koyarlar. Fransızlar harpten sonra topu alıp, Antep Destanı'nın ruhunun anlaşılabilmesi için Paris'teki Askeri Müze’ye götürürler. 11 ay süren destansı direniş, açlığa yenik düşen Anteplileri teslimiyete zorlar. Bayrağımızı gönderden indirmeden yoklukta bulabildikleri bir parça kefen bezini teslim bayrağı olarak göndere çekerler. İşte o günden sonra Gaziantep Kalesi “Beyaz Kefenli Kale” olarak da anılır.
Havada hafif bir esinti sanki bir zamanların hikâyelerini kulağıma fısıldamaya çalışıyor. Düşünüyorum da burada gördüğümüz yapıların içinde kim bilir neler neler yaşandı. Kazı bilimciler buluntuların özelliklerine göre hangi döneme ait olduklarını veya ne işe yaradıklarını tespit ediyorlar ama yaşanmışlıkları sadece hayal edebiliriz. Şu anda caminin ön tarafında müştemilat denilen kalıntılara bakıyoruz. Dizdar evi de denilen kalıntının bahçesi olduğunu tahmin edebileceğim bölüm üzerinde çok güzel bir havuzcuk duruyor. Kim bilir dizdarın hanımı bu bahçecikte neler yapmıştır? Ne kadar merak uyandırıcı olduğunu anlatamam. Dizdar evinin arka tarafında, Osmanlı Dönemi’nde kurulu olan çarşıya ait ayrı girişleri olan dükkânlar sıralı. Kim bilir hangi malları satışa çıkarmışlar, acaba pazarlık da etmişler midir?
Duyduklarımı, gördüklerimi dilim döndüğünce sizlere anlatmaya çalıştım, şimdi kaleden ayrılma zamanı geldi çattı. Refakatçilerimle birlikte geldiğimiz yoldan geri dönmek üzere yürümeye başladık. Demir parmaklıklı çıkışa gelmeden hemen sağımızda bulunan Bizans Dönemi’ne ait 12 numaralı burcun önüne geldik. Halk arasında Büyük İslam Âlimi İmam Gazali’nin, bu kulenin içinde türbesi veya mezarı olduğu söylencesinden yola çıkılarak araştırmalar yapılır. Ancak mezar taşı, sanduka veya buna benzer hiçbir kanıt bulunamadığından bu konu bir söylentiden öteye geçmez. Onca zaman ne kadar da çabuk geçti, inanın hiç anlamadım gitti. Ancak şaşırmadım da! Çünkü böylesi gizemli bir yeri siz de benim gibi Dr. Burhan Balcıoğlu ve Selçuk Korkmaz’la birlikte dolaşma şansına sahip olsaydınız, derin bilgilere tatlı sohbet de eşlik edince akıp geçen zamanın farkında olmazdınız. Kendilerine bir kez daha candan teşekkür ederek oradan ayrıldım… Asırların kalesi olur da kuşaktan kuşağa aktarılan efsaneleri hiç olmaz mı?
EFSANELER
Giderayak kalemizle ilgili iki efsaneyi size aktarmak istiyorum. Esas adı Kala-i Füsus (Yüzük Kalesi) olan Gaziantep Kalesi’nin bu adı bir efsaneye dayanmakta. Buna göre kaleyi, bölgenin sahibi olan bir kız yaptırıyormuş. Yapım masrafını karşılamak için çok kıymetli taşı olan yüzüğünü de satmış. Bundan dolayı kaleye, Yüzük Kalesi anlamına gelen Kala-i Füsus adı verilmiş.
Kalenin yapılışıyla ilgili olan ikinci efsaneye göre kaleyi zengin bir kadın yaptırıyormuş. Bir gün sokağa çıkmış ve yolda kalabalık bir insan topluluğunun omuzlarda bir şey taşıyarak ilerlediğini görmüş. Yanındaki uşağına dönerek “Bu nedir?” diye sormuş. O da “Efendim insanlar bir gün gelir ölürler, ölülerini de böyle tabut içinde taşıyarak mezarlığa götürür ve toprağa gömerler. Gördüğünüz tabutun içinde dün bizim gibi canlı ancak şimdi ölü olan bir insan var!” diye yanıtlamış. Bunun üzerine zengin kadın uşağıyla beraber geri döner ve kaleyi yapan ustaları yanına çağırarak; “Bırakın kale yarım kalsın, ben ölümü hiç düşünmezdim!” der. Her iki efsanede de kadınların gücüne vurgu yapılıyor gibi geldi bana, ya siz ne dersiniz?
Eksiğiyle fazlasıyla kaleyle ilgili ne var ne yok anlattık. Sıra geldi bizi günümüzden 60 yıl öncesine götüren kaleyle ilgili çocukluk anılarına. Gaziantepli dostlarımın kapısını çalıp çocukluk anılarını istedim. “Tamam!” dediler. Baklava tadında bu anlatılar için Antep’in has evlatları Halil Birecikligil ve Hanefi Berdan’a selam olsun.
KALEYLE İLGİLİ ANILAR
“Çocukluğum, kalenin doğusuna düşen Türktepe'de geçti. Yakın çevrede bulunan hanlar, camiler, bedestenler, çarşılar arasında kalenin gizeminden kaynaklanan bir çekim gücü vardı sanki. Akranlarımla birlikte kaleye çıkmak için yarışırdık. Çocukluk işte! Çok tehlikeli olmasına rağmen, güneydeki keçi yolundan kaleye tırmanır, surların yanına oturur, şehri seyrederdik. O zamanlar şehrin nüfusu 90 bin civarındaydı. Evlerimiz beyaz kesme taştan (havara taşı) yapıldığından şehir bembeyaz görünürdü ve genellikle iki katlıydı. O günlerin apartmanı olan üç katlı evlere nadir rastlanırdı. Bazen yanımızda götürdüğümüz yiyecekleri şehri seyrederken keyifle yerdik. Kalemizde harpten kalma bir topumuz vardı, topun mermi atan silindirine otururduk. Ayrıca arkadaşlarla tahtadan yaptığımız kılıçlarla savaşır, koyunların başlarından çıkan çene kemiklerini tabanca gibi ele alır “eller yukarı, dimbo, vay anasına” gibi sözcüklerle kovboyculuk oynardık. Surların zula (gizli) yerlerinde saklambaç oynardık. Bazen de surların tepesine çıkar, şehri seyrederken minarelerin hangi camiye ait olduğunu veya çok yüksek binaların nereleri olduğunu bulmaya çalışırdık. Kalenin eski dönemlerden kalma yıkıntıları arasında merakla gezer, fikir yürütürdük. Kale önünden Birecik, Suruç, Nizip, Halfeti ve Urfa’ya otobüsler kalkardı. Çocukluğumun gizemli mekânı olan kalede çok güzel zamanlarım geçti dersem, doğrudur.” diye tatlı anılarını paylaştı Halil Birecikligil.
Bu kısmın son anıları da Hanefi Berdan’dan; “Büyüklerimiz kalenin altında mağaralar olduğunu anlatırlardı. Oralara girmemizi engellemek için yılanlarla dolu olduğunu söylerlerdi. Naip Hamamı’nın olduğu taraftaki kıvrımlı patikadan kaleye çıkardık, ama nasıl da zahmetle! Her taraf sağımıza solumuza dikenleri batan kenger bitkisiyle doluydu. Buna rağmen kaleye çıkmak büyük bir maceraydı. Kalenin kadim dostu Alleben Deresi’nden balık tutardık. İri iri tatlı su balıklarını yemenin tadı da bir başkaydı. Kalenin doğusunda “at ve koyun pazarı” kurulurdu. Aile sohbetlerinde Antep’in altının mağaralarla dolu olduğunu duyardım ve çok merak ederdim. Bazen çıra yakar mağaraların içine girmeye çalışırdık ama bir türlü başaramazdık. Buna rağmen bıkmadan usanmadan tekrar tekrar denemeye devam ederdik.” Şehir, yaşam ve insan sürekli değişiyor, ama asla değişmeyen sadece anılardır…
Adını birçok simgesiyle dünyaya duyurmuş kadim kent Gaziantep geleneksel değerleri, tarihi, doğal ve kültürel zenginlikleriyle cana can katan keşfetmenin cenneti. Gezmeyi özendiren hoş bir Antep deyimi der ki; “Gezen güzel olur, oturan gazel olur.” Gaziantep’e gitmek gerek! Öyleyse gidelim, gezelim, görelim ve daha da bir güzelleşelim…
www.gaziantepturizm.gov.tr
**Prof. Dr. Fikri Kulakoğlu (2005 YILI GAZİANTEP KALEHÖYÜK KAZILARI) www.academia.edu/6617825/
*Doç. Dr. Nurettin Gemici - Uluslararası Antep-Halep Vakıfları Sempozyumu Bildirileri – Cilt: 1 – Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde Ayıntab’ta Sosyo-Kültürel Hayat ve Vakıflar www.academia.edu/11533866/