Dört bir köşesinde barındırdığı tarihi, doğal güzellikleri, asırlardır yaşanan ve yaşatılan onca kültür zenginliğiyle Gaziantep bana, sayfalarını çevirmekle bitmeyecek bir kitap gibi gelir… İçindeki gizem ve heyecan insanı alıp sürükler, gözde gönülde öylesine hoş bir tat bırakır ki! Merakla evirip çevirip tekrar tekrar okutturur kendini…
Sayfalarından kulağa hoş gelen sesler, sözler, kokular, renkler, lezzetler döküldükçe dökülür ve gönülleri okşar. “Güzel Pınar” davetkârdır! Kim olduğunu sormadan gelip geçenini sevgiyle bağrına basar, hoşça ağırlar, gel der de, başka bir şey demez!
Gazi şehre seyahatim yaz aylarının sıcaktan kasıp kavurduğu bir zaman dilimine rastladı. Bu kez yolumuz sıcak günlerden daha da sıcak ve rahatlatıcı mekânlara düşecek. Haydi o zaman gidelim ve kültür varlıklarımızın en önemli ögelerinden biri olan hamamları Gaziantep farklılığında yaşayalım. Şu an tatlı tatlı tebessüm ettiğinizi hisseder gibiyim, aklınıza hamam anılarınızdan hangisi geldi acaba?
Anıları zaman zaman hatırlanmak üzere şimdilik bir kenara bırakalım ve hamam kültürünün serüvenine kısaca bir göz atalım. Hamam tarihi o kadar geniş kapsamlı ki, öğrendiğim bilgileri yazmakla bitmez!.. Bir an önce Gaziantep hamamlarına gidelim diye de, konuyu kısaca toparlamaya çalışacağım; İnsanoğlu varoluşundan itibaren yaşam için suyun vazgeçilmez olduğunu anlamış. Gelmiş geçmiş birçok uygarlık, temel ihtiyaçlarımızdan biri olan beden temizliğinde suyu farklı yöntemlerle kullanmış ve milattan önceki dönemlerden beri, yıkanmak için kapalı yerler inşa etmişler. Eski Yunan medeniyetinde tabii ve şifalı suların yanı başında yıkanmak için kullanılan yapılar, Roma döneminde geliştirilerek hamam mimarisi karakterini almış. İçlerinde buhar banyosu, soğuk ve sıcak su havuzları olan görkemli, devasa hamamlar inşa edilmiş ve bu alanlar temizlenmenin yanı sıra kültürel ve spor ekinliklerinin de yapıldığı bir merkez haline getirilmiş. Böylelikle Roma İmparatorluğu’nun egemenliği altında olan topraklarda halk ve asiller için farklı süslemelerle bezeli yüzlerce hamam hizmete sunulmuş. Romalı zenginler de kendi yaşadıkları mekânlara has hamamlar yaptırmışlar. Varlıklı olmanın ayrıcalığı tarihin en eski dönemlerinden beri varmış yani… Bizans döneminde de Romalıların hamam mimarisine sadık kalınmış. Anadolu’nun birçok köşesinde yapılan arkeolojik kazılar sonucu bulunan Roma-Bizans hamam kalıntıları gezilerimiz sırasında karşımıza çıkmaktadır. Topraklarımızın altı-üstü gelmiş geçmiş uygarlıkların izleriyle dolu, değil mi?
Burada biraz duralım ve Türk Hamam Kültürü’ne kısaca bir göz atalım; Türklerde ilk hamam yapıları Büyük Selçuklu Devleti’nde görülüyor. İslam’ın “temizlik imandan gelir” anlayışıyla vücut bakımı ve temizlik için basit yapılarda yıkanılmış. Anadolu’yu egemenlikleri altına aldıktan sonra Bizans hamamlarında değişiklikler yaparak dini kurallara uygun hale getirip kullanmaya başlamışlar. Kur’an-ı Kerim’de akmayan suyla temizlik yapmanın caiz olmadığı, mutlaka akan su kullanılması buyrulduğundan, suyun akışı ya musluktan ya da yüksek bir yerden akacak şekilde düzenlenmiş, suyun aktığı yerin tam altına da kurnalar konulmuş. Bu hamamlarda bulunan ve bazı hastalıkların tedavisinde kullanılan su tekneleri ve yıkanma havuzlarına girmek için vücudun mutlaka temiz olması şart koşulmuş.
Osmanlılar, İstanbul’u fethettikten sonra Roma-Bizans hamam mimarisinden etkilenirler ancak kendilerine özgü kültür ve gelenekleri hâkim kılan farklı bir hamam ruhu yaratırlar. İmparatorluğun egemenliği altında bulunan her yerde Osmanlı-İslam mimarisinde yüzlerce halka açık çarşı hamamı inşa ederek hizmete sunarlar. Yalısı, köşkü, sarayı olanlar da, Romalılar’da olduğu gibi kendi kullanımları için mekânlarının yanı başında veya içinde hamamcıklar yaptırıp keyfini çıkarırlar. Artık hamamlar yalnızca aklanıp paklanmak için değil, sosyal yaşamın “olmazsa olmaz” bir ögesi haline gelir…
Seyyahların Piri Evliya Çelebi’nin eseri olan Seyahatname’den öğrendiğimiz kadarıyla 17. yüzyılda sadece İstanbul ili sınırları içinde üç yüz çarşı hamamı ve dört binin üzerinde saray hamamı varmış. Her şehirde, her kasabada mutlaka en az bir hamamın var olduğunu zaten biliyoruz. Bu da Türklerin temizliğe verdiği önemin başka bir göstergesidir. Bu gelişmelerden sonra hamamlar dünyada “Türk Hamamı” olarak bilinmeye başlanır. Burada bana çok ilginç gelen bir bilgiyi size aktarmadan geçemeyeceğim. Tarihte savaşa giden orduların hamam-ı seferi denilen hamam çadırlarını beraberlerinde götürdüklerini biliyor muydunuz? Böylece savaş anında bile hem Selçuklu hem de Osmanlılar’ın hamama ve yıkanırken mahremiyete çok büyük değer verdiklerini anlıyoruz.
Geleneksel kültür varlıklarımızın arasında çok önemli bir yere sahip olan hamamların, günlük yaşamımıza etkisi deyimlere de yansımış; “Adamda yürek hamam kubbesi kadar, hamama giren terler, hamam gibi, eski tas eski hamam, hamama girer kurna beğenmez, ak curun yoksa kara curun hazır, düğünde zurnaya hamamda kurnaya koşmak, düğüne gider zurnaya hamama gider kurnaya aşık olur, hamamda gazel atmak, hamamda deli var, hamam kaçkını” gibi ve daha onlarcası. Biz de günlük yaşantımızda zaman zaman her iki lafın arasında böylesine anlamlı deyimleri kullanarak karşımızdakilere üstü kapalı niyetimizi anlatmaya çalışıyoruz.
“Ey hamamcı hamamına güzellerden kim gelir? Ne bileyim ben efendim günde yüz bin can gelir…”diye başlayan hoyrat ve birçok türküde hamamın vazgeçilmezliği vurgulanır.
Türküden söz açmışken “Antep’in Hamamları, Sallanır Külhanları” diye devam eden bu güzel Gaziantep türküsünü dilimize dolayalım ve düşelim Gazi şehrin hamamlarının yoluna. Türkünün sözleri de mis gibi Antep kokarken fıkır fıkır melodisi de insanı yerinde durdurtmuyor doğrusu…
Güneş yakıp kavuruyor. Bu sıcakta dolaşmak akıl kârı değil ama söz konusu Gaziantep olunca, değiyor işte! Dar sokaklarda duvar diplerine düşen gölgeli yerlerden yürümeye çalışıp kendimi kızgın güneşten bir nebze de olsa korumaya çalıştım. Ah bu şehir ah! Kıyısı, köşesi insanı içine çeken binbir güzelliklerle dolu. Etrafta ne gördüysem dağarcığıma doldurup ağır adımlarla Gaziantep Kalesi’nin bulunduğu bölgeye geldim. Şu anda tarihi Kır Kahvesi’nin önündeyim ve hemen asırlık ağaçların gölgesinde ince belliden bir bardak çay içmeye niyetlendim. Arada bir durup nefes almak gerek! Acele etmeden anın keyfini çıkararak gezmenin tadına doyum olmuyor çünkü…
Çay molasını iyi değerlendirelim ve Gaziantep hamamları hakkında toparladığım bilgilere kısaca bir göz atalım: Anadolu’nun her köşesinde olduğu gibi Osmanlılar ile başlayan Türk hamam kültürü, Gaziantep’te de kendini gösterir. Farklı zaman dilimlerinde hem vakıflar hem de şahıslar tarafından birçok hamam yaptırılır. Evliya Çelebi, Seyahatname’de Antep’ten övgüyle bahsederken hamamların çokluğuna da vurgu yapar.
Bunlardan yalnızca İki Kapılı Hamam ve Eski Hamam (1557 öncesi), Keyvanbey (16. yüzyıl), Şeyh Fethullah (16. yüzyıl ortaları), Paşa (1560’lar), Hüseyin Paşa (1727), Naip ve Tabakhane hamamları tüm zorluklara rağmen asıl işlevlerini günümüze kadar taşıma başarısı gösterebilmişler. Buraların mimarisigenellikle soğukluk, ılıklık, sıcaklık ve hamamın ısıtıldığı külhan olmak üzere dört bölümden oluşur.Sıcaklıklar bir adet büyük, yıkanma odalarıysa küçük kubbelerle örtülüdür.
Tutlu Hamamı değişiklik geçirip depo haline gelirken toprak altında kalmış. Tişlaki (1536 öncesi), Bağat (1557 öncesi), Kadı (1557 öncesi), Akyol (16. yüzyılın üçüncü çeyreği), Bey (Çukur), Koca Nakib (18. yüzyıl başları), Mücelle, Piyâle Paşa ve Tüffâh hamamlarından hiç eser kalmamış.
Haa bu arada Gaziantep Kalesi içinde bulunan Kale Hamamı kalıntıları alanında gerçekleştirilen arkeolojik çalışmalardan, bu hamamın taa Eyyubiler Dönemi’nde (1171-1250) yapıldığını anlıyoruz.
Eski Antep evlerinde musluklardan şarıl şarıl su akan banyo olmadığı için insanlar su dökünme işini gerektiğinde evlerin hemen giriş kapısı önünde bulunan ve “eşiklik” denilen yerde yaparlarmış. Eşikliği bilenler biliyor da bilmeyenler için Gaziantepli has dostlarımdan Ülkü ve Cengiz Yiğitbaşı’ndan yardım istedim. Eksik olmasınlar, çizerek anlattılar. Şöyle ki; Kapıların alt kenarına gelen ve döşeme düzeyinden 10-20 santimetre yüksekliği olan taş, tahta ya da madenden parçaya eşik deniliyor. Şimdi eşikten içeri girdiniz ama bir basamak iner gibi de oldunuz. Evet, kapı açıklığında bulunan dört köşe, bir metrekare kadar genişlikte ve 15-25 santimetre derinliğinde, gideri olan bu bölüme “eşiklik” deniyor. Belki hatırlarsınız, eskiden ayakkabılar da orada çıkarılır ve sonra içeri girilirdi. Önce ocaklıkta (mutfak) kulplu kazanlar veya ibriklerde su ısıtılır, sonra eşiklikte minnacık bir tabure üzerine oturularak su dökünülürmüş. Aynı şekilde mutfaklarda gideri olan bir köşede mini yıkanmalar olurmuş. Çocukken, annemin beni de mutfağın bir köşesinde kocaman bir bakır leğenin içinde yıkadığı anlar geldi aklıma. Dar alanda mum gibi oturup yıkanılmak hiç de hoş değildi doğrusu.
Eşiklikten bahsettik, Gaziantepliler’e özgü bu sözü de atlamayalım; “Evde var eşiklik, hamama gitmek eşeklik!” Yani; bir kapı girişi veya eşiklik varsa, hamama gitmek savurganlıktır!
Hatırlarım dedemin İstanbul’daki eski ahşap evinde bulunan içi tenekeyle kaplı yüklüğün gideri de vardı. Oraya da gusülhane derlerdi. İnsanlar çabucak arınmak için farklı yöntemler üretmişler. Ne zahmetli çözümlermiş yarabbi! Hiç mis gibi hamamda bol bol su dökünerek yıkanmak gibisi var mı? İşte herkes de böyle düşünmüş ve kadınlar, erkekler dört dörtlük yıkanmak için çarşı hamamlarının yolunu tutmuşlar. Anadolu’nun her yerinde olduğu gibi Gaziantep hamamları da gelin, damat, lohusa, adak, kız beğenme, şirket, asker, nevse, sünnet hamamı gibi çeşitli bahanelerle eğlenceli törenlerin yapıldığı ve sosyal hayatın vazgeçilmez mekânları olarak uzun yıllar cazibelerini korumuşlar.
Tarihi Kır Kahvesi’nde biraz mola verdikten sonra sıcak havayı göze alarak tekrar yola koyuldum. Gaziantep hamam kültürünü yerinde yaşamak üzere gideceğimiz Naip Hamamı, Gazi şehrin en eski hamamlarından biri. 1640 yılında geleneksel Osmanlı hamam mimarisi özelliklerine göre inşa edilmiş, sırtını Gaziantep Kalesi’nin eteklerine vermiş, etrafı da rengârenk çiçek tarhları ve yürüme yollarıyla çevrili. Uzaktan öyle ufak tefek ve öyle hoş gözüküyor ki, inanın bir an hamamı yanıma alıp götüresim geldi… Aslında hiç de öyle küçük değil, tam 742 metrekare bir alan üzerine dağılmış, burada Gaziantep hamamlarının tipik bir özelliği ortaya çıkıyor, o da ısı kaybını önlemek amacıyla neredeyse yarısına kadar toprağa gömülü olarak yapılmış olmaları. Hamamın yarısı toprak altında olunca dışarıdan tabii ki küçük görünür, değil mi? Seksen yıl boyunca hiçbir tadilat görmeden kullanılan hamam, Osmanlı hamam kültürünün korunması ve yaşatılması amacıyla, Gaziantep Büyükşehir Belediyesi Kültür Yolu Projesi kapsamında, Avrupa Birliği’nden sağlanan hibe fonlar ile restore edilerek 2007 yılında tekrar hizmete açılmış.
Bir merhabayla hamamın sokak kapısından içeri girdim. “Baş göz üstüne” dediler. Bu kısımda kasa (kalle), minik emanet dolapları, oturacak bir-iki bank var. Sağa ve sola açılan koridorlardan geçilerek tuvalet, kafeterya, spor salonu ve saunaya gidiliyor. Bu saydığım birimler restorasyon aşamasında hamama sonradan ilave edilmiş. Giriş kısmına açılan bir kapıdan birkaç basamakla hamamın “soğukluk”kısmına iniliyor. Gösterişli kubbesiyle burası geniş ve ferah bir yer. Dört bir tarafı üç basamaklı tahta merdivenlerle çıkılan onlarca soyunma odasıyla dolu. Ayrıca birkaç seki üzerine kilim, minder ve yastık konularak rahatça oturma ve uzanarak dinlenme imkânı yaratılmış. Soyunma, giyinme işinin yapıldığı odacıklara (loca) girmeden önce birden aklıma geldi, benim yanımda hamama giderken götürülmesi gereken eşyalardan hiçbiri yok! Hemen sorup soruşturdum ve hamamda yıkanmak için gereken her şeyi küçük bir ücret karşılığında buradan temin edebileceğimi öğrendim.
Gayme (natır) denilen yıkayıcı kadınlardan biri bana hemen yardımcı oldu. Meşefe (peştemal), sabun, terlik, havlu, kese, lif ve hamam tası beş dakikada bir araya toparlanıp soyunma odasına getirildi. Gaymeler hamamların vazgeçilmez simalarından biri. Beni yıkayacak olan gayme Döne Hanım uzun yıllardan beri hamama hiç gelmediğimi hemen fark etti. Güler yüzle, tatlı dille buradan memnun ayrılacağımı üstüne basa basa söyledi ve bir çırpıda tam dokuz yıl öncesinden bu işi annesinden miras aldığını anlatıverdi. Anlattıkları bu kadarla da kalmadı eskilere dem vurdu. Benim de zaten canıma minnet. Çok detaylı olan Gaziantep hamam kültürünü ve buna ilişkin eski âdetleri hem yerinde hem de yaşayarak öğrenmek oldukça heyecanlı ve hoş olacak.
Eskiden günler öncesinden hazırlıklar yapılırmış. Hamama gidecekler bohçalarını hazırlayıp “Natıra”denilen hamam çalışanlarına haber gönderirlermiş. Varlıklı, bahşişi bol müşteriler daha hoş tutulurmuş. Natıra gelir, evlerden bohçaları, kil leğenini, yiyecek sepetlerini alıp hamama getirir, müşterinin isteği doğrultusunda hem soğuklukta hem de sıcaklıkta yerlerini ayırırmış. Sıcaklığa yakın yerler daha revaçtaymış. Getirdikleri halı veya kilimleri dinlenme yerlerine yayar ve müşterileri gelene kadar kimseleri oraya oturtmazmış. Gelen de hiç sıra beklemeden kendisine ayrılan yere yerleşir ve saatlerce hamamın keyfini çıkarırmış. “Sıra beklemek mi?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Yanlış okumadınız! Geleni gideni o kadar çokmuş ki hamamların, bir boş kurna başına oturmak için bazen saatlerce sıra beklenirmiş. Hele hele bayram gibi özel günler arifesinde yoğunluk kat kat artarmış.
Bir an ortada bulunan sekizgen şekilli havuzun fıskiyesinden fışkıran su sesinin inceden kulağımı okşadığını fark ettim. Meşefeyi sarınıp, elimi yüzümü havuzun suyuyla ıslatıp, ayaklarıma da biraz su döktükten sonra, gaymeyle birlikte ılıklık denilen bölüme girdik. Bu bölümün aslında keseleme yeri olduğunu fakat müşterilerin birçoğunun sıcaklıkta bulunan göbek taşını tercih ettiğini öğrendim. Ayrıca burada vücutta istenmeyen tüylerin farklı yöntemlerle (hamam otu, jilet) temizlenmesi için özel bir odacık da bulunuyor. Gerekli her türlü malzeme istenirse hamam kallesinden temin edilebiliyor.
Ilıklıkla sıcaklık arasında bulunan tahta kapıya gelmemiz iki saniye sürdü sürmedi. Bu bölüm soğukluğa nazaran biraz daha sıcak. Bilmem hatırlar mısınız? Eskiden bazı kapıların arkasında kalın sicime bağlı ağır bir taş olurdu. Sicimin diğer ucu ise kapının üst orta kısmında bulunan makaradan geçirilip duvara sabitlenirdi. Böylece taşın ağırlığından istifade edilip kendiliğinden kapanan bir kapı elde edilirdi. Bu yöntem sanırım hamamların sürekli nemli havasının çivi ve menteşelere verdiği zarar yüzünden çözüm olarak keşfedilmiş. İşte buna yaratıcılık denir, basit ama çok etkili…
Sıcaklığa adım atar atmaz, etrafa yayılmış buhar ve sıcaktan bir an nefesim kesilir gibi oldu! Sokaklar sıcak, hamam sıcak ne olacak benim hâlim!.. Eee hamama girdik artık, terlemeden çıkmak yok! Hamam müşterileri parmakla gösterilecek kadar az. Kış aylarında o kadar kalabalık olurmuş ki iğne atsan bulunmazmış…
Yavaş yavaş etrafta ne var ne yok farkına varmaya başlıyorum. Gaziantep hamamlarının kubbelerinde aydınlık sağlayan yıldız şekilli ışıklıkları ve renkli taş döşemeleriyle dikkat çekici olduğunu ve aynı zamanda eyvanlara (bir tarafı dışarıya açık olan oda) ve halvetlere (topluluktan ayrı yıkanılan, çok sıcak odacıklar) ağırlık verildiğini okumuştum. Şimdi hepsi bir bir gözümün önündeler.
Tam ortada, zeminden yaklaşık yarım metre yükseklikte altıgen bir göbek taşı bulunuyor. Buraya şöyle bir uzanıp kubbeden süzülen tatlı ışığın altında bedeni terlemeye, rahatlamaya bırakmanın keyfi hamamdan başka nerede yaşanabilir ki? Göbek taşını curun denilen kurnalı yıkanma yerleri ve halvetler çevreliyor.
Döne Hanım; “Haydi bakalım geç curunun başına ve başla su dökünmeye!” deyip hamam tasını elime tutuşturdu. Hamama gelenler sırasıyla terleme ve keselenme, birinci su ile yıkanma, yemek yeme ve ikinci su ile yıkanma olmak üzere dört aşamadan geçerek yıkanırlarmış. Terlemeye başlamak üzereyim, yemek yeme işini belki soğuk bir şeyler içmek üzere değerlendiririm. Demek ki önümde üç aşama daha var. “Yazın ortasında hamam, bu nasıl olacak?” demiştim ama işler hiç de düşündüğüm gibi olmadı. Süslü musluklardan güldür güldür akan sıcak ve soğuk suyu curunda ılıştırıp dökünmeye başladıktan kısa bir süre sonra kendimi bütün gün burada kalabilecek kadar rahat hissettiğimi fark ettim.
Yukarıda kil leğeninden bahsettik ya! İyi de hamamda kil leğeninin ne işi varmış bir bakalım; Eskiden saçlar kille (yumuşak ve yağlı toprak) yıkanırmış. Hamamda kil leğenine bir miktar kuru kil konularak suyla karıştırılır, buna kil ıslamak denilir. Çamur halindeki kilden avuç avuç sürülerek başın üzerinde toplanan saçlar iyice çitilendikten sonra suyla durulanır. Kilin saçlara parlaklık ve yumuşaklık verdiği gibi güçlendirdiği de söyleniyor. İçinde hiç bir kimyevi madde olmayan kil doğal temizlik malzemesi. Keşke tembellik etmeyip kile geri dönsek, ne kadar sağlıklı olur…
Gayme arada bir gelip keseye hazır olup olmadığımı kontrol ederken anlatmaya da devam ediyor. “Eğlencesiz hamam olmaz, sesi güzel olanlar başlarlar şarkı, türkü söylemeye, diğer müşteriler de onlara eşlik ederler. Zaten hamamda herkesin sesi güzel çıkar. Birileri ellerine nemden ve sıcaklıktan etkilenmeyen çiğ köfte leğenlerini alır, diğerleri de ellerine geçirdikleri bakır kaplarla -bu hamam tası da olur- başlarlar tempo tutmaya, neşelenip oynamaya.”
Ara sıra kavgalara da sahne olurmuş bizim terleten mekânlar. Şu ya da bu sebepten genelde curun başı kapma sırasında hanımlar ellerine ne geçirirlerse birbirlerinin kafasına atar, ağızlarına da ne gelirse sayıp dökerlermiş. Gürültü patırtı alır başını gider, hamamın içine bir uğultu yayılırmış. Birden gözümün önüne havada uçuşan hamam tasları, lifler, sedef kakmalı nalınlar, kalıp sabunlar ve şimşir taraklar, tarak çantaları geldi! “Burayı kadınlar hamamına çevirdiniz!” sözü de bu sahnelerden kaynaklanıyor olmalı.
Sıra geldi kese işine. Döne Hanım’ın eli de bayağı çabuk doğrusu. Kese sırası bekleyen müşterilerin gönlünü hoş tutabilmek için de böyle hızlı olmak gerekir sanırım. Herkes gayme tarafından yıkanır diye bir kural yok tabii. Curun komşusu veya eş-dost birbirini kese yapıp liflerken kim bilir hangi konularda sohbet ederlerdi? Şimdi balıklı bir hamam tası olsaydım, hamam sohbetlerine şahitlik etseydim burada anlatacaklarım ne çok olurdu…
Sevgili gaymem gözümün yaşına bakmadan, evire çevire beni bir güzel keseledi. İnanın bütün gözeneklerimin anında açıldığını hissettim. Nizip’in has zeytinyağlı sabunuyla saçlarımı neredeyse kafa derimi yüzercesine yıkayıp bir güzel de lifledi. Curuna akan mis gibi suyla durulandıktan sonra terleme, keselenme ve birinci su ile yıkanma aşamaları da böylece bitti. Güya her gün duş alıyoruz, bu kadar kir nasıl çıkar anlamadım gitti! Demek ki marifet hem hamamda hem de bütün kiri gözler önüne seren kesecide…
Neredeyse sıcaktan bayılmak üzereydim ki soğukluğa çıkma aşaması imdadıma yetişti. Meşefeye sarınıp soğuklukta kendime oturacak rahat bir yer buldum. Etraf çok sakin, çıt yok. Yolculuğun tozunu-toprağını üstümden atmanın verdiği rahatlıkla, havuzcuktan gelen su seslerini dinlemeye başladım. Sevgili gaymem sanki içimi okumuş gibi elinde bir bardak demli çay ile çıktı geldi. Başka bir şey dileseydim olacakmış demek ki…
Yükü çok ağır bizim kadınlarımızın. Haftalar önceden belirledikleri hamam gününe kadar çamaşır yıkar, ekmek yapar, yün çırpar, bağa-bahçeye bakar, salçayı, şireyi hazırlar. Bitmek, tükenmek bilmeyen ev işlerini de bitirdikten sonra hamamın yolunu tutma zamanı gelir. O gün mutfakta sıcak yemek pişmez, evin erkeği tarafından çarşı yemeği temin edilirmiş. Kebap ve lahmacunun başkenti Gaziantep’te bu yemekler başka ne olabilir ki?
Bu arada hamamdaki yemek faslına biraz değinelim; Birinci yıkanmayı bitiren kadınlar soğuklukta serili halı, kilim veya çaputların üzerine uzanır, oturur biraz dinlenirlermiş. Şen-şakrak sohbetlerin yanı sıra sofra bezleri yayılır, Allah ne verdiyse getirilen yöresel yiyecekler ve mevsimlik meyveler sofra tahtaları üstüne konulurmuş. Maş ve lolaz piyazı (börülce çeşitleri) bu sofralardan hiç eksik olmazmış. Ayrıca kadınlarının kıymetini bilen kocalar, hamama yiyecek sepeti gönderirlermiş.
Bu kadarla da kalsa iyi, Gaziantep hamamlarından hiç çiğ köfte ve malhıtalı (kırmızı mercimekli) köfte yoğrulup yemeden çıkmak olur mu? Tabii ki hayır! Dillere destan lezzet çiğ köftenin malzemeleri ve yoğurmak için gerekli olan leğen birlikte getirilir, zevkle hazırlanıp diğer hamam sakinlerine birer hanne (sıkım) ikram edilir ve hep beraber afiyetle yenirmiş. Tabii ki toplumun her kesimden gelen insanlar keselerine göre bu hoş hamam kültürünü yaşarlarmış. Kimi az kimi daha çok imkânla buraya gelmiş olsalar bile sonuca bakmak gerekir! O da hamamdan herkesin pırıl pırıl ve zinde bir şekilde ayrılıyor olması…
Bugün, bütün bu hoş âdetleri göremeyeceğim için çok üzgünüm. Anlatılanları duydukça, keşke hamam kültürünün en yoğun yaşandığı zaman dilimlerinde ben de burada olsaydım diye içimden geçirmeden edemedim…
Gaziantep’in değerli evlatlarından biri olan Mimar Abdülkadir Evişen’in, Gaziantep Hamamları üzerine hazırlamış olduğu bir yazıdan dikkatimi çeken birkaç bilgiyi sizlerle paylaşmak istiyorum: Hamamlarda eskiden az da olsa görülen tedavi ağırlıklı bir uygulama daha varmış. Buna göre müşterilerin isteği üzerine natır veya gayme tarafından hamamın kazan önü denilen kısmına bir varil konulur ve bunun içi sıcak suyla doldurulur. Vücudunda ağrı-sızı olan kişiler varilin içine girerek dayanabilecekleri kadar kalırmış. Islak sıcağın bazı ağrıları tedavi etmek için kullanıldığı burada da kendini gösteriyor. Kaplıcalardaki havuz ve küvetlerde bu tip uygulamayı çok gördüğümü hatırlıyorum.
Ayrıca azınlıkların gittikleri bazı hamamlardaki (İki Kapılı, Büyük Paşa vb.) ılıklığın bir bölümünde yaklaşık bir metre derinliğinde, içerisi yağmur suyu ile doldurulmuş “Gulleytin” denilen küçük havuzlar varmış. Musevi vatandaşlar manevi temizliklerini Haham gözetiminde burada üç kez soğuk suya girip çıkarak yaparlarmış.
Döne Hanım’ın ikram ettiği ikinci bardak çayı keyifle yudumladıktan sonra sıra geldi ikinci yıkama aşamasına. Birlikte tekrar sıcaklıktaki kurna başına döndük. Baş yıkama, liflenme, kısa kısa omuz masajının nihayetinde, bol bol su dökünüp durulandıktan sonra ver elini son kez soğukluk.
Kuru meşefeye sarınıp soğukluğa gelince, gayme elinde üç mezer (havlu) ile beni karşıladı. Büyük havluyu bedene, küçük havlulardan birini omuzuma ve diğerini ensemden başa doğru doladı (keçik). Ardından “Bir şeyler içer misin?” diye sorduktan sonra da dinlenip giyinmek üzere beni yalnız bıraktı.
Şimdi bir eksiğimizi tamamlayalım ve bakalım hamamlar nasıl ısınıyor; Isıtma yeri olan külhan gözlerden uzak bir şekilde hamamın altındadır. Burada bulunan ocak üzerinde sıcak su kazanı, onun üzerinde soğuk su deposu vardır. Yanan ateşin alev ve dumanı ocak dibinden özel kanallarla hamamın zemini ve duvarlarından geçerek, sıcaklığın tam ortasındaki göbek taşının altına kadar gelir. Oradan da hamam duvarlarında bulunan kanallardan dolaşıp tüteklik denen bacadan dışarı çıkar-gider. Sıcak su ise göbek taşının altından kanallarla geçirilerek sıcaklıkta bulunan musluklara ulaştırılır. Böylece hem dumanın hem de sıcak su borularının ısıtmasıyla hamamın en sıcak yeri göbek taşı olur. Bu taşın altına çok sıcak ve karanlık olduğu için cehennem denir.
Kulaklarımda su sesi ile duvarda asılı sırları dökülmüş antika aynaya kubbeden yansıyan ışık hüzmelerini uzun uzun seyrettim. Ardından ağır hareketlerle giyinip etrafa son bir kez daha göz atıp soğukluktan dışarı çıktım. Döne Hanım’la vedalaşıp helalleştikten sonra ruh ve beden temizliğinin vazgeçilmez mekânı hamamdan bir daha gelmek üzere ayrıldım. Yaz sıcağında hamama gidilir mi demeyin, kuş gibi hafifleyip çıkacağınıza eminim…
Dışarısı günlük güneşlik. Hamamın önünden geçen Alleben Deresi’nin üstündeki köprüden yürüyerek Çakmak Mahallesi Muhtarlığı’nın yanı başında bulunan çay bahçesine girdim. Etrafa şöyle bir bakındım ve yaşları yarım asrın üstünde olduğunu tahmin ettiğim beylerin oturduğu masaya yöneldim. “Erkek hamamları hakkında bana bilgi verir misiniz?” deyince bir kahkaha tufanı koptu! Buyur edildim ve başladık konuşmaya, sohbete Naip Hamamı’nın kuruluş söylentisinden başladık. Şöyle ki; Sonradan zengin olan bir kadın, hamamda herkes gibi muamele görünce dünyaları başına yıkılır. Eve dönünce de derdini iki gözü iki çeşme kocasına anlatır. Dertli kadının zengin kocası “Sen üzülme ben bir hamam yaptırayım, oraya da sadece senin gibi Naip (seçkin) insanlar gelsin” der. Hamam inşa ettirilir ve Naip Hamamı olarak anılır.
Gaziantepli Beyler çok hoş sohbetler, zaman zaman birbirlerine sataşmakta üstlerine yok doğrusu. Küçük yaşlarda hatta bebekken hamamla tanışmışlar. Kimisi zorla kimisi de keyifle annelerinin eteğine yapışıp hamama gitmiş. Yedi yaşlarına kadar annesiyle hamama giden erkek çocuklar hamam girişinde natırın veya gaymenin kontrolünde içeri alınırmış. Eğer çocuk görünüşüyle yedi yaşını geçmiş gösteriyorsa anasına “Bari babasını da getireydin” diye sitem edilir, bazen de kesinlikle kapıdan içeri alınmazmış. Hamamda kadınlar gibi aynı aşamalardan geçerek yıkanan erkekler daha çok sabahın erken ve akşamın geç vakitlerini tercih ederlermiş. Erkekleri yıkayan görevlilere de tellak deniliyor. Anlatılanlara göre yeme-içme âdetlerinin de kadın hamamlarından hiç bir farkı yok! Bütün gün hamamda kalmayacakları için, koltuklarının altına içinde lif ve temiz çamaşırların olduğu bohçayı sıkıştırıp, rahatlamak ve keselenmek için hamamın yolunu tutarlarmış. Anlatılanların doğrultusunda sıcağa ve ısıya dayanıklı olan metal gövdeli cümbüş, müzik faslındaki tek fark. Haa bir de rakı sevenler hamamın bir köşesine çilingir sofrası kurar, kimseleri rahatsız etmeden eğlenirlermiş. Hâli vakti yerinde olanlar tabii ki baş tacıymış. Aynı kadınlarda olduğu gibi…
İkram edilen menengiç kahvesini içtikten sonra Gaziantepli hoş sohbet beylere teşekkür edip yanlarından ayrıldım. Biraz önce çay bahçesinde hamamın giriş kapısının eskiden arka tarafta olduğunu söylemişlerdi. Dönüş yolunda Naip Hamamı’nın arka tarafına geçip şöyle bir baktım. Böylece kıymık ve havara taşlarından yapılmış ve günümüzde kimsenin açmadığı bu güzel kapıyı da görmüş oldum.
Bir-iki bilgi aktarımından sonra yavaş yavaş son satırlara geliyoruz. Eksik olmasınlar konakladığım otelin Genel Müdürü has Antepli Faruk Erzin ve eşi Serap Hanım Gaziantep hamam kültürünün tuzlu, şekerli, limonlu ve baharatlı gelenekleri konusunda imdadıma yetiştiler… Hemen özetleyeyim; Nevse (lohusa)hamamı: Bebek dünyaya gözünü açtı ve herkes neşe içinde. Sıra gelir hem bebek hem de anne için yapılması gereken belli ritüelleri yerine getirmeye. İşin bu kısmında kayınvalide kolları sıvar! Hamam günü belirlenir, eş-dost ve akrabalara natıra aracılığıyla haber gönderilir. Birbirinden lezzetli yemekler ve tatlılar hazırlanır, hamamda misafirlerin kullanacağı bütün malzemeler temin edilir. Davetlilere verilecek küçük hediyeler paketlenir. Nevse hamamı için aktardan kırk çeşit baharat temin edilir ve hepsi havanda dövülüp toz hâline getirilir. Pekmez ilave edilerek bir güzel karıştırılır ve macun-merhem kıvamına getirilip on gün bekletilir. Gaziantep’e özgü bu karışıma da nevse emi denilir. Nihayet doğumun tam kırkıncı günü hamamda buluşulur. Şen-şakrak yenir, içilir, çalıp oynanır. Bu arada yeni doğum yapan anne bir güzel yıkanır, önceden hazırlanan nevse emi bütün vücuduna sürülüp bir miktar da kendisine yedirilir. İçinde acı baharatlar bulunan bu karışım, hem tende hem de ağızda tahammül sınırlarını zorlayan yakıcı bir etki bırakır. Bol bol mevsim meyveleri yedirilerek rahatlatılan anne, aşağı yukarı on dakika sonra da yıkanır. Bu karışımın bütün ağrıları aldığına ve damarları açıp anne sütünü çoğaltacağına inanılır.
Son olarak tuzlama geleneğinden bahsedelim. Nevse hamamına anneyle birlikte getirilen bebek kırk günlüktür. İtinayla kısacık bir süre içinde sıcaklıkta yıkanır. Dövülüp un haline getirilmiş tuzla tüm vücudu ovulur. Bu arada kulak arkasına bir çimdik şeker konulup, ağzına da dövülmüş karanfil unu sürülür. Gözlerine limon suyu sıkılır. Ardından suyla yıkandıktan sonra havluya sarılıp soğukluğa çıkarılır. Anlatılanlara göre büyüdüğünde teni, ağzı kokmasın, vücudunda mantar olmasın, gözleri de pırıl pırıl olup iyi görsün inancıyla bu eziyet bebeğe çektirilirmiş. Sanıyorum “Tuzlayayım da kokma” deyişi buâdetten kaynaklanıyor. Ne dersiniz, sizi de tuzladılar mı?
Gaziantep’te bulunduğum süre içinde asırlar ne kadar yıpratsa da onca soruna ve olumsuzluklara rağmen ayakta kalmayı başaran hamamları dolaştım. Bir kısmı hâlâ tercih ediliyor olmakla beraber, kan kaybetmeye devam ediyor. Bir kaçının da külhanı çoktan sönmüş, bacası da tütmüyor artık. Bu gidişle kültürel zenginliklerimizden olan tarihi hamamlarımız ne yazık ki ilgisizlikten tarih olacaklar!
Uzun bir zamandır evlerimizde musluklardan akan sıcak sularımız, hamam tadını vermeyen modern donanımlı banyolarımız var. Bir de tembellik çöktü ki üzerimize, iki sokak ötede göbek taşına uzanarak boncuk boncuk ter atıp, güzel hamam geleneklerini yaşayabileceğimiz hamamları görmezden geliyoruz. Hep birlikte değerlerimize sahip çıkalım ve onları koruyalım. Şimdi size bir soru! En son hamama ne zaman gittiniz?
Zaman, atalarımızdan bize miras kalan geleneksel hamam kültürünü yaşayıp yaşatarak gelecek nesillere aktarma zamanıdır… Şimdiden sıhhatler olsun!
Kaynak: İslam Ansiklopedisi Cilt: 13; Sayfa: 473, Abdülkadir Evişen (Gaziantep Tarih Kültür Dergisi – Sayı15,16),www.wikipedia.org, www.naibhamami.com