Önce muhteşem bir tapınak yaparlar, ardından üstünü bilinçli bir şekilde taşla, toprakla örterek bir tepe haline getirip saklarlar ve giderler…
Zaman geçer, binyıllar birbirini kovalar durur bereketli topraklarda. Bilinmeyen bir tarihte tepenin üzerine bir dut ağacı dikilir. Gölgesini verdiği alana bir süre sonra müslümanlara ait olduğu bilinen birkaç mezar yapılır. Şanlıurfa’nın yaklaşık 17 km ötesinde bulunan Örencik (Karaharabe) Köyü’ne 3 km mesafede bulunan bu tepeye köylüler Göbekli Ziyareti adını verirler. Artık o üzerindeki yatırla kutsal bir yerdir.
Tepenin ötesinden, berisinden geleni geçeni çok olmuş. Olmasına olmuş ama, içinde gelmiş geçmiş tüm zamanların en önemli ve en gizemli hazinesini sakladığını kimseler bilememiş… Kara toprağın bağrında, doğadan gelen seslerin ninnisiyle uzun uzun uyumaya devam etmiş bu eşsiz hazine. Ta ki derin uykusundan uyandırılana kadar…
Şu an sanki bu masal bizi nereye götürecek dediğinizi duyar gibiyim ve hemen kısa bir açıklama getireyim: Bu kez konumuz, kutsal kabul edildiği söylenen Fırat ve Dicle Nehri’nin zümrüt rengi sularıyla bereketlenen topraklarda doğan, medeniyetlerin beşiği, güneş yüzlü kadim kent, Peygamberler Şehri Urfa topraklarında saklanan hazine “GÖBEKLİ TEPE-DÜNYANIN EN ESKİ TAPINAĞI.”
Lafı çok dolaştırmadan geçmişi günümüze taşıyan hazinemizin gün yüzüne çıkarılacağı güne kadar geçirdiği serüvene şöyle bir bakalım; Az buz değil, tam 12 bin yıl öncesinden bahsediyoruz. O zamana kadar avcı ve toplayıcı bir yaşam düzeni içinde olan insanoğlu yerleşik hayata, tarım ve üreticiliğe geçiş dönemini yaşamaktadır. İşte tarih öncesi çağların en önemli değişimlerinden birine şahitlik eden bu dönem Cilalı Taş Devri (Neolitik Dönem) olarak tanımlanıyor.
Geçmişini aydınlığa kavuşturmak gibi bir merak insanlığın doğasındadır ve bu konuda varoluşundan beri bitmek tükenmek bilmeyen düşüncelerin ve bilimsel araştırmaların peşinde koşturur durur.
Tarih ve kişi adlarını çokça kullanacağım bir bölüme geliyoruz. Konunun ruhunu daha iyi anlamamız açısından faydası olacağına inanıyorum.
Yıllardan 1950, Chicago Üniversitesinden Prof. Dr. Robert J. Braidwood “Mezopotamya” diye bilinen bereketli topraklar üzerinde bulunan Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ni bir öngörüyle, Taş Devri’nden Cilalı Taş Devri’ne geçiş merkezi olarak kabul eder. Aradan bir on yıl geçer ve sonunda İstanbul Üniversitesi’nden rahmetli Prof. Dr. Halet Çambel’le beraber Güneydoğu Anadolu Tarih Öncesi Araştırmaları Projesi’ni hayata geçirirler.
Hâl böyle olunca, ara ara dünyanın bir ucundan buraya gelen yerli ve yabancı arkeologlar ‘‘Her şey sarı sıcak bereketli topraklarda mı başladı?’’ sorusuna cevap aramak için bölgede araştırmalar yapar, yüzden çok arkeolojik alan tespit edip bunları kayıt altına alırlar ve sonra geri dönerler. Bu araştırmaların neticesinde Göbekli Tepe Ziyareti, 1980 yılında ilk kez Peter Benedict tarafından arkeoloji literatürüne “gömüt yeri” olarak girer ve Neolitik Dönem’e ait bir yerleşme olarak tanımlanır.
Su kaynaklarından uzak ve çorak on beş metre yüksekliği olan Göbekli Tepemiz gözlerden ırak, sessiz dünyasında hâlâ keşfedileceği günü beklemeye devam etmektedir. Arada bir ziyaretçileri gelir, bir de burayı tarla olarak kullanan köylüler. Onların da işi hiç kolay değildir doğrusu. Çünkü tarlalar Neolitik Dönem özelliğindeki çakmak taşlarıyla doludur. Bitmek tükenmek bilmeyen bir sabırla onları toplayıp bir kenara yığmaya devam ederler. Devasa taş parçalarını ellerindeki ip ve hayvan gücüyle tarladan çekip çıkarmaya çalışırlar. Sonuçta burası çok bereketli olduğunu fark ettikleri tarlalarıdır.
Köylüler tarlayla haşır neşir olurken, yıllar da su gibi akıp geçer. Urfa’nın tarih zengini topraklarında bulunan ve Nevali Çori (Urfa-Hilvan) olarak adlandırılan alanda Neolitik Dönem’e ait önemli birçok bulgunun elde edildiği yerde arkeolojik çalışmalar yapılır ve T şeklindeki dikili taşlara da rastlanır. Bu çalışmalara katılan ekibin içinde Alman Arkeolog Klaus Schmidt de yer alır. Nevali Çori, GAP Projesi kapsamında Atatürk Barajı suları altında kalınca buradaki kazı çalışmaları zorunlu olarak sonlandırılır.
O günlerde Klaus Schmidt yeni bir proje planlar ve son derece heyecan uyandıran Göbekli Tepe Ziyareti’ni bulur. 1995 yılında Şanlıurfa Müze Müdürlüğü Başkanlığı’nda ve Alman Arkeoloji Enstitüsü’nden Arkeolog Harald Hauptmann’ın danışmanlığında yüzey araştırmaları yapılır. Kazı çalışmaları 1996-2006 yılları arasında bu iki grup tarafından Arkeolog Klaus Schmidt danışmanlığında devam eder. Göbekli Tepe’deki kazı çalışmaları, 2007 yılından itibaren Bakanlar Kurulu kararı ile Alman Arkeoloji Enstitüsünden Klaus Schmidt başkanlığında yürütülmeye başlanır. Göbekli Tepe’nin kâşifi 2014 yılında vefat eder ve sevgili Göbekli Tepe’sinden ebediyen ayrılır…
Bu arada akıllara durgunluk veren, dudak uçuklatan bulgularla “Göbekli Tepe-Dünyanın En Eski Tapınağı” olarak zaten var olan ancak o tarihe kadar keşfedilmediği için bilinemeyen önemini ve yerini görünür bir şekilde alır. Öyle böyle değil, tam 12 bin yıl öncesi Neolitik Dönem’de yaşayan atalarımızdan bize kalan bir mabetten söz ediyoruz. Dünyada deprem gibi bir etki yaratan, bilim adamlarını şaşkına çeviren, tarihi bilgileri alt üst eden hatta bununla da kalmayıp yeniden yazdıran yani devrim niteliğindeki bir keşif Göbekli Tepe…
Bir düşünün, o zamanlar avcı ve toplayıcı olduğu varsayılan insanlar kap kacak nedir bilmiyor, evcil hayvanlar yok, avlanarak besleniyor ve doğada ne bulursa onu yiyorlar. Sonra kalanları geride bırakıp yola devam ediyorlar, çünkü yerleşik düzen henüz yok. “Bir hatırlayın, senelerce tarih derslerinde öğrendiğimiz bunlar değil mi?” Birden karşımıza bu toplulukların bile inançları olduğu ve tabiri caizse ilkel yaşamları döneminde mimarinin de doğduğunu âdeta gözümüzün içine sokan bir tapınak ortaya çıkıyor. Bu ne çelişki?.. Nefes kesen düşüncelerin kucağına bırakıyor insanı…
Dünyada kabul gören genel arkeolojik görüşe göre insanoğlunun avcı ve toplayıcı yaşamdan yerleşik hayata geçişindeki en önemli faktörlerden biri açlık korkusu, diğeri de korunma içgüdüsüdür. Ancak Göbekli Tepe bu görüşü tamamen yıkar. Yerleşik yaşama geçişte dinsel inançların da oldukça önemli bir etkisi olabileceği ispatlanır.
İnsanoğlunun tek tanrılı dinlerden önceki çok tanrılı döneme ait ilk tapınağı, M.Ö. 4.000 yılına tarihlenen Malta Adası’ndaki tapınak olarak bilinirken Göbekli Tepe Tapınağı’nın bu yerden en az 6 bin yıl daha eski olması da bilim dünyasını allak bullak eder.
Şanlıurfa İl Kültür Turizm Müdürlüğü’nden aldığım bilgiye göre bizim tapınağımız; Sümerler’den 6.000,Nuh Tufanı‘ndan ve İngiltere’deki Stonehenge’den 7.000, Mısır Piramitleri‘nden 7.500, Hz.İbrahim’den 8.000, Roma’dan ve Zeugma Mozaikleri‘nden 10.000 yıl daha eski. Yani önce Göbekli Tepe vardı.
Şimdi lafı çok dolaştırmadan ver elini ‘‘Dünyanın En Eski Tapınağı” diyelim ve geçmişi daha iyi anlamak üzere medeniyetin doğduğu toprakların kalbi olan Urfa’ya doğru uzun bir yolculuğa çıkalım. Acaba ardından insanlık tarihine hangi gözle bakarak geri döneceğiz?..
Baharın kendini en belirgin hissettirdiği günlerden bir gün Peygamberler Şehri Şanlıurfa’nın kalbi Balıklıgöl’de buluverdim kendimi. Her taraf cıvıl cıvıl, her köşede inanılmaz bir gizem ve insana hoş gelen kokular, renkler, sesler ve tatlar… Kadim kent Urfa çok hoş ağırlıyor geleni. Gönlü güzel insanlar diyarının sokaklarında, çarşılarında kaybolmak arzusuyla yanıp tutuşurken, Göbekli Tepe uzaklardan sanki ‘‘Daha fazla oyalanma, seni bekliyorum!” dedi.
Ee eşe dosta bir selam verecek zamanım da olsun ama. Ben de öyle yaptım, efsaneler şehrinde Şanlıurfa Büyükşehir Belediyesi Halkla İlişkiler Müdürü Hasan Kahkeci ve Uzman İlker Rağbetli’ye bir merhaba demek için yanlarına gittim. Hoşsohbetin ardından daha ayağımın tozu silinmeden bu iki değerli genç insanla birlikte Dünyanın En Eski Tapınağı’na gitmek üzere kendimizi Mardin yolunda bulduk. Belki 15 dakika sonra ana yol üzerindeki döner kavşağın ortasında, tapınakta bulunan dikili taşların (steller) bir canlandırması göründü, oradan sola sonra sağa doğru hafif yokuş olan yola girdik. İnsan eliyle dikilmişler gibi yol kenarlarında dip dibe büyümüş hardal otlarının sapsarı ve minicik çiçeklerini büyük bir keyifle seyrediyorum. Hemen bitimlerinde uçsuz bucaksız ovalar gözüküyor. Arada bir fıstık bahçeleri ve ‘‘tiyenk” denilen bodur üzüm ağaçlarının yeşilliği sarı topraklara hoş bir görüntü veriyor.
Bu sırada bendeki heyecan almış başını gidiyor. Bundan üç yıl önce burayı ilk kez ziyaret ettiğimde de benzer duygular içerisindeydim. Şimdi genç arkadaşlarımla birlikte giriş kapısındayız. Hani derler ya ‘‘ana baba günü” burası da aynen öyle. Anlaşılan Göbekli Tepe gereken ilgiyi görüyor ve ben Urfa adına bu duruma gerçekten çok seviniyorum. Sanırım önümüzdeki yıllarda bu kadim kent turizm açısından bağrındaki tarihi buluntularla çok daha önemli bir kimliğe kavuşacak.
Önce bir şemsiyenin altında yakıcı güneşten korunmaya çalışan gişe görevlisine kişi başı 5 TL giriş ücreti ödemek gerek. Artık ahşap travers yürüme yolundayız, Cilalı Taş Devri atalarımızdan bize miras kalan ve şu anda üstü geçici bir çatıyla örtülen Dünyanın En Eski Tapınağı, elimi uzatsam dokunabileceğim kadar yakın. Yol üzerinde belli aralıklarla yerleştirilmiş bilgilendirme panolarına takılmamak mümkün olmadığı gibi tepeden aşağıya doğru bakmamak da… Derin çukurlarla çevrili yamaçları ‘‘Acaba buralarda bir zamanlar bir göl mü vardı?” sorusunu aklıma getiriyor. Kazılar hâlâ devam ediyor, kim bilir daha neler neler saklı bu topraklarda?
80 dönümlük alana sahip olan ören yeri, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca 2005 yılında 1. derece arkeolojik sit alanı ilan edilmiş. Kazı çalışmaları sonucunda bugüne kadar Göbekli Tepe’de dört tabaka açığa çıkartılmış ve bu tapınak yapıları dip dibe A-B-C-D olarak tanımlanmış.
İlk göze çarpan, üst üste bilinçli bir şekilde buluntuları koruma amaçlı olarak yerleştirilmiş irili ufaklı taş kümeleri oldu. Geçici basık çatıya destek kolonları görüş açısını azaltırken tapınağın ihtişamını da azaltıyor. 2017’de bu bölümdeki çalışmalar tamamlandığında bunların yerine daha yüksek ve ferah koruyucu bir çatı yapılacağını öğrendiğimde çok sevindiğimi belirtmek isterim.
Tapınağın 1996 yılında ilk defa gün yüzünü gören anıtsal yapısı olan A bölümü girişin hemen sol tarafında. Burada bulunan yekpare T şeklinde dikili taşlar çember oluşturmazken B-C-D yapılarında sanki bir çember etrafına belli aralıklarla birbirlerini görecek şekilde dizilmişler. Bu yapıların o zamanlar bir çatısının olup olmadığı henüz bilinmiyor. Yapıların tümünü kuş bakışı bir görüşle gezebilecek ahşaptan yürüme yolu yapılmış. Girişten itibaren ahşap yolu takip ederek bir daire çizip yine başlangıç noktasında geziyi bitirmiş oluyorsunuz. Bütün duyularınız işbaşında, detayları görmeye ve anlamaya çalışıyorsunuz. Her adım ne, neden ve nasıl sorularıyla dolu. Bunları kendi kendimize sormadan burayı gezmek mümkün olamaz sanırım. Çünkü her taraf bir gizem. Aksi halde hayret çığlıkları atar, yürür gidersiniz…
Şimdi şöyle bir gözünüzün önüne getirin; bir çember oluşturacak şekilde el ele vermiş aynı boyda 10-12 kişi düşünün. Tam ortaya yan yana ama birbirlerine mesafeli duran ve vücutça diğerlerinden daha uzun olan iki kişi almışlar. İşte tapınaktaki dikili taşlar da aynen böyle gözüküyorlar. Sanki bir saat kadranı veya zodyak gibi. T şeklindeki bu yapıları baş ve vücut olarak kabul edersek hepsinde aynı baş şekli ve beden varken, kollar ve diğer uzuvlar belirtilmemiş. Alçak kaideler üzerine oturtulan T dikili taşların bir çoğunun üzerinde fevkalade bir şekilde el, kol, bel kemeri ve soyut semboller -H- ve hemen altında ortası delik minik bir daire -O- var. Onun altında ise kabartma olarak betimlenmiş yukarı doğru bakan bir hilal bulunuyor. Bu semboller bize ay ve güneşi mi anlatıyor dersiniz?
Neredeyse hepsinin üstüne boğa, yaban domuzu, yaban ördekleri, dört ayaklı sürüngen, akrep, leopar, aslan ve koç olduğu sanılan hayvanlar, akbaba, Urfa’nın kelaynak kuşları, uzunlamasına 2 m uzunluğunda bir yılan ve doğal büyüklükteki tilki görselleri kabartma şeklinde işlenmiş. Rahmetli Klaus Schmidt, kabartma ya da heykel olarak karşımıza çıkan bu hayvanların, insanların günlük yaşantılarında önemli bir rol oynamış olmalarının gerekmediğini, yapılma amacının mitolojik bir ifadeye dayandığını ileri sürmektedir.
Bu figürler dünyada heykeltıraşlık ve plastik sanatların ilk örnekleri olarak kabul ediliyor. Yani günümüz resim sanatının taşa kazınarak yapıldığı en eski resimler Göbekli Tepe’de yapılanlar. Yükseklikleri 3-5,5 m arasında değişen dikili taşların sıralanma ve üzerlerindeki motifler, akıllara şaşkınlık verircesine karşımızda, acaba bize neler anlatmak istiyorlar ve biz bir gün bu gerçekleri anlayabilecek miyiz?..
Çapları 10-30 m arasında değişen tapınaktaki yapıları birbirinden ayıran örme duvarları ve üzerine oturduğu kayanın düz ve pürüzsüz bir şekilde işlenmesiyle elde edilmiş su geçirmez tabanı bulunuyor. Her şey mükemmel bir şekilde planlanmış. Sanki günümüzdeki teknolojinin bütün imkânlarını kullanarak işlerini yapmışlar… Bir de oldukça sert olmasından dolayı çok kaliteli kabul edilen kireç taşı kullanmışlar. Kendi kendime soruyorum; Bu insanlar daha böylesine taş işlemeleri yapabilecek aletlere bile sahip değillerdi. Sen tut, tonlarca ağırlıktaki kireç taşlarını bölgedeki taş ocaklarından tepeye getir. Ama nasıl? At yok, araba yok, vinç yok. Ben on kiloluk bir sepeti bile zor taşıyorum. Tonlarca ağırlıktaki bu taşları buraya kaç kişi bir olup taşımışlar? Aslında kaç kişiydiler? Sonra taşları yontarak şekil ver, kabartmaları yap, eğe yok, delgi makinesi yok! Ama ilkel olduğu sanılan insanda sanat var, mimari var, matematik var ve inanç da var… Nasıl yahu dedirtiyor insana.
Hangi ruh haliyle böylesine güçlüğe hiç bıkmadan, usanmadan göğüs germişler, işte orası hâlâ açık…
Göbekli Tepe’deki jeomanyetik çalışmalarla, bilinen yapılar dışında şimdilik en az 15 yapının ve 200’den fazla dikili taşın var olduğu tespit edilmiş. Bir gözünüzde canlandırın bakalım, birkaç on yıl sonra saklı kalmış her şey ortaya çıkarıldığında bu mabet nasıl gözükecek!..
Günümüzde T şeklindeki dikmelerin geniş olan kabartmalı iki yüzeyi insan vücudunun sağ ve sol tarafı olarak kabul ediliyor. Dar olan yüzeyler de vücudun ön ve arkası. Bazı dikili taşlarda kollar olması gerektiği gibi yan yüzeylere işlenmiş. Ön yüzeyde bel hizası olarak kabul edilen yerde eller öne kavuşturulmuş, çok belirgin bir şekilde kemer işlenmiş. Kemerden itibaren bel altını saklayan ve tilki postu olduğu söylenen bir örtü görülüyor. Schmidt’e göre dikmelerde bulunan betimlemeler arasında şimdiye kadar tek bir kadın sembolüne rastlanılmamış. Sadece bir levhada çıplak bir kadın betimlenmiş. Bu ayrımcılık neden yapılmış, gel de anla bakalım! Fantezi yüklü pek çok yorum yapabiliriz, fakat bu yaklaşım doğru olmayacaktır. Belki bir gün bu sembollerin ne anlama geldiği anlaşılacaktır.
Başlangıçta demiştik ki tapınağın bilinçli bir şekilde üstü kapatılmış, yapay bir tepe oluşturulmuş. Bazı düşüncelere göre nedeni henüz tam olarak bilinmiyor olsa da tapınak bizzat onu kullananlar tarafından özenle bezenle örtülerek gömülüp saklanmış. Gördüklerime çok kapıldım ama şimdi etrafa bir göz gezdirmeli ve insanların yüzlerinde hangi ifadeler var görmeliyim. Kalabalık birkaç grup gözüme takıldı. Kulak olmuş rehberlerini dinliyorlar. Yüksek sesle hayretler içinde kaldıklarını vurguluyorlar. Anlayacağınız ortamın gizemine kapılmış gidiyorlar. Haklılar da doğrusu, görülenler ve anlatılanlar insanı ne- neden- nasıl çemberi içinde dolaştırıp duruyor…
Bu arada olduğum yerden çok iyi görebildiğim iki dikmenin üzerinde bulunan betimlemeleri size anlatmak istiyorum. 1996’da C yapısında bulunan devasa dikili taşın sağ yüzeyi tümüyle kabartmalarla dolu. Alttan üste doğru tilki, erkek yaban domuzu ve en üstte parmaklık desenli bir ağın önünde duran beş adet kuş. Kazı bilimciler bu betimlemenin Bremen Mızıkacıları hikâyesini anımsatmasından dolayı ona “Bremen Dikili Taşı” adını vermişler. Sıcağın altında zor şartlarda bütün gün kazı yap dur, zor iş! Kim bilir her buluntudan sonra nasıl da güzel motive oluyorlardır…
Gelelim diğer betimlemeye; D yapısındaki dikmenin baş kısmında, yan yana üç kulplu kap, hemen altında kanatlarını açmış bir akbaba ve sanki gaga hizasında bir yumurta, sağ üstte iki kuş, bir dikey bir yatay H harfi ve kuşların altında daha küçük olduğu için civciv demek istediğim kuş bulunuyor. Dikmenin gövdesinde kocaman bir akrep yürür gibi. Onun sol yanında bir yılan ve tilki, altında bir kuş, sonra başı olmayan, kolları ve cinsel organı aynı açıda duran bir erkek betimlemesi bulunuyor.
Çanak, çömleksiz Neolitik Dönem’e ait bir inanç merkezi olan bu tapınak ve anıtsal mimarisi Göbekli Tepe’yi eşsiz ve çok özel yapmaktadır. Bundan dolayı olsa gerek Unesco tarafından da 2011 yılında Dünya Kültür Mirasları’na aday gösterilmiş bulunuyor.
Size bir önerim var. Lazer teknolojisi kullanılarak gerçek tapınağın orijinal ölçüsü ve dikili taşlar üzerindeki figürlere sadık kalınarak birebir canlandırılması yapılan Tapınak Yapısı ve Göbekli Tepe kazılarında bulunan hayvan heykelleri yeni açılan fevkalade donanımlı Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor.
Bu arada, Urfalı ressam Abdurrahman Birden’in 130×260 cm boyutundaki “Göbekli Tepe“ tablosunun bir fotoğrafını kapakta kullandık. Buraya kadar anlatmaya çalıştıklarımı her ne kadar gözünüzde canlardırmaya çalışsanız da yeterli olmayacaktır. Ara ara kapak resmine bir göz atarsanız, tablo üzerinde fevkalade bir şekilde Göbekli Tepe’de heykel yapımı, avlanma, T biçimindeki dikili taşları kayadan sökme, bu taşları taşıma, bu taşlardan anıtsal tapınak yapılarını oluşturma, burada yaşayan hayvan türleri ve su sarnıçları detaylarını göreceksiniz. Böylece 12 bin yıl önce yaşayan Cilalı Taş Devri atalarımızın tapınağı yapım çabalarını ve ortamı daha iyi anlayacaksınız.
Şanlıurfa’nın değerli evlatlarından Abdurrahman Birden’e, bu eşsiz canlandırmayı Dergimizde kullanmamıza izin verdiği için candan teşekkür ederiz. Eksik olmasın…
Geldik yavaş yavaş tapınaktan ayrılmaya. Dikkatimden kaçan ve değinemediğim mutlaka birçok obje daha vardır. Ben göreceğimi gördüm ve dilim döndüğünce size anlattım. Eğer ilgi gösterirseniz rahmetli Prof. Dr. Klaus Schmidt’in yazmış olduğu “Göbekli Tepe – En Eski Tapınağı Yapanlar” kitabını alıp okumanızı önerebilirim. Bir uzman tarafından, üstelik buraya ömrünü vermiş birinin kaleminden yazılmış bu kitaptan konumuz hakkında çok faydalanacaksınız…
Bana refakat eden genç arkadaşlarımla beraber tepeye doğru hafif yokuş yürüme yolundan zirvedeki Göbekli Tepe Ziyareti’ne çıktık. Benim adımlarımla 10 dakika sürdü sürmedi. Ara ara durup çevreyi de seyrediyorum. İnanılmaz bir manzara, fakat nereyi gördüğümü bilmeden seyretmek de hiç hoşuma gitmez… Arkadaşlar hemen imdadıma yetişti. Burası etrafı ovayla çevrili yüksekçe bir tepeye konumlanmış yaklaşık 1 km uzunluğundaki kireç taşı plato üzerinde bulunan 300 x 300 metrelik bir alanı kaplayan 15 m yükseklikte bir tepe, böylece bizim tepe de çok geniş bir bölgeden görülebiliyor.
Buradan kuzey ve doğuya bakıldığında Toros Dağları ve Karaca Dağ etekleri, batıya bakıldığında Şanlıurfa Platosu ile Fırat Ovası’nı ayıran dağ silsilesi, güneye bakıldığında Suriye sınırına kadar Harran Ovası görülürmüş. Hatta hava açık olursa Nemrut Dağı’nı görmek bile mümkünmüş. Dağları gördüm, ovaları da, ama bilinçli olarak buram buram tarih ve kültür kokan Urfa’yı tepeden seyretmek çok hoşuma gitti. “Urfa’nın etrafı dumanlı dağlar” diye mırıldanmaya başladım bile. El salladım, selam gönderdim, sevgiyle…
Tepedeki tek ağaç, gölgesinde yatır olan dut ağacımız, gövdesi ve dallarına bezler, kâğıt mendiller bağlanmış, kim bilir hangi dilekler dilenmiş?.. Şu anda etraf çok kalabalık, hemen herkes çantasından, cebinden mendiller ve bezler çıkarıp telaşla ağaca bağlı bir ipe iliştiriyor. Tutar mı tutar!.. Buraya konan iki banktan birine oturdum ve havayı şöyle derin derin içime çektim. İyi de geldi. Başlangıç hikâyemizde anlattığım gibi ağacın altında iki yığma taş mezar, biraz ötesinde ise üç mezar daha bulunuyor. Şimdi aklım karıştı; “Acaba buraya bu mezarları yapanlar ve ağacı dikenler, kutsal bir alan üzerinde olduklarını biliyorlar mıydı? Niye burası?” Nefesim kesiliyor âdeta ve hep tekrarlıyorum. Gizem, gizem, gizem!..
Tapınak ve çevresinde yapılan kazılarda tek bir yerleşim yerine ve insan kemiğine rastlanmamış. O zaman Göbekli Tepe Neolitik Tapınağı, o çağlarda yaşayan insanların belli zamanlarda uzaktan yakından bir araya gelerek ibadet ettikleri bir yer olarak tanımlanıyor. Ayrıca kazılarda bulunan çok sayıda hayvan kemiğinin, burada kurban ritüellerinin yapıldığını mı gösterdiği veya bu muhteşem tapınağı yapanların beslenme ihtiyaçlarının bir sonucu mu olduğu henüz tam olarak bilinmiyor.
Göbekli Tepe Ziyareti’nden ayrılıp geldiğimiz ahşap yürüme yolundan etrafı seyrederek çıkışa doğru yürüdük. Yamaçlarda zeytin ağaçları var, biraz daha ötede Örencik Köyü güneşe göz kırpıyor gibi.
Bugünlük bu kadar yeter, yarın yolum önce Örencik Köyü’ne, ardından yine buraya düşecek. Niye mi? “Göbekli Tepe-Dünyanın En Eski Tapınağı’nın keşfine sebep olan çiftçiyi bulmak ve onun ağzından bulunuş hikâyesini dinlemek çok hoş olacak” diye düşünüyorum. Şimdi refakatçilerimle birlikte ver elini Urfa. Kazı alanının hemen yanı başında olan kafeteryada bir bardak çay içmekle duygu yorgunluğumu gidermeliyim. Az buz değil, pür dikkat, tam 12 bin yıl öncesine bir yolculuktan geri dönüyorum, burayı gezenlerle sanırım aynı duyguyu paylaşıyoruz…
Belli ki Göbekli Tepe-Dünyanın En Eski Tapınağı daha çok konuşulacak. Gelecekte yapılacak kazılarla belki neden, nasıl, kim ve niye burayı gömüp gittiler, sorularına cevap bulunacak ve gizemi ortaya çıkacaktır. Her bitiş başka bir başlangıçtır…
Şehir merkezine geldiğimizde Şanlıurfa’ya yavaştan akşam iniyordu. Arkadaşlarla vedalaşıp teşekkür ettikten sonra soluğu yine Balıklıgöl’de aldım. Burası bana çok iyi geliyor… Hafif bir esintiyle birlikte bir küme kuş, asırlık çınarların üstünden geldi geçti. Gözlerimi kapatıp etraftan gelen sesleri dinledim, dinlendim. Sonra kolları sıvayıp yarın otele teslim edilecek kiralık arabayı organize edip dinlenmeye çekildim.
ÖRENCİK KÖYÜ’NDEKİ ARAYIŞ
Günlük güneşlik bir güne uyanır uyanmaz aklıma ilk gelen Göbekli Tepe Tapınağı’nın bulunuş hikâyesi hakkında kim bilir neler öğreneceğim ve sizlere anlatacağıma ilişkin düşünceler oldu. Çok heyecanlandım ve bir o kadar da keyiflendim. Sonra ver elini Örencik Köyü. Yolu nasıl olsa biliyorum ve neredeyse yarım saat içinde şehir merkezinden Göbekli Tepe’ye giden yola girdim bile. Etrafı seyretmekten alamıyorum kendimi. Leylak rengi açmış diken çiçekleri ve sarı buğday tarlaları. Arada bir de zeytin ve badem ağaçları. Derken köye yönlendiren levha gözüktü; “Örencik Köyü – 1 km – Nüfus 2000.” Köy sakinlerinden birine Çiftçi Şavak Yıldız’ın evini sordum. Dedi, “O rahmetli oldu. Ama oğlu Veysi Yıldız sana yardımcı olur, köy kahvesindedir, git bir bak.” Tarif üzerine kahveyi buldum, tabii Veysi Bey’i de.
Urfalılar gönlü güzel insanlar derim ya… Hemen bir çay ısmarladı, kürsülere oturup dumanı üstünde tüten bir bardak çayı keyifle yudumlarken derdimi de anlattım. Eksik olmasın hayır demedi ve başladı anlatmaya; “Tapınak bizim 55 dönüm arazimiz üzerinde bulundu. Zor zahmet ekip biçmeye çalışır, hayvanlarımızı otlatırdık. Buraya da Göbekli Ziyareti derdik. Bahar gelince sürülerimizi alır tepeye gelir, yedi kez tepenin zirvesinde dolanırdık. Böylece hayvanlarımızın hastalıklardan korunup sütünün bol, etinin çok lezzetli olacağına inanırdık. Ardından ilk sütü sağar ve bir koyun kurban ederdik. Etraf çakmak ve kireç taşlarıyla doludur. Toplar toplar kenara koyardık ama sanki hiç bitmezdi bu taşlar. Büyük taşları da nasıl topraktan çekip çıkaracağımızı şaşırırdık. Sene 1983 galiba, babam yine tarlayı sürmeye çalışırken sabana bir heykel takılır bir de oval yassı taş.
Bütün olarak bulunan, aşağı yukarı 60 cm heykelin sadece başı ve ereksiyon halindeki cinsel organı bulunuyordu. Eve getirdik samanlığa koyduk, ayıp olarak gördüğümüz için bir örtü altında sakladık. Diğer taşın üzerinde de dört bacaklı bir sürüngen kabartması vardı. Ben o zaman çocuk yaşlardayım. Taşın üzerindeki sürüngen kabartmasının başından küçük bir parça kopmuştu ama elimizdeydi. Samanlığa girer çıkar ona bakardım. Çocuk aklıyla davarların üzerinde bulunan keneleri ezer kanını çıkarır, o kanla kopan parçayı yerine yapıştırırdım. Kan kurur ve yapıştırıcı gibi kısa bir zaman etkisini gösterirdi. Sonra sil baştan… Derken sağdan soldan tanış biliş buluntuları müzeye götürürsek iyi olacağını söylediler. Biliyorsunuz tarihi buluntuları saklamak cezayı gerektirir. Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi’ne götürmeden önce köylüler pinti (yöre dilinde pis) demesinler diye elime bir fırça aldım ve bol suyla iki taşı da güzelce yıkayıp tertemiz yaptım. Babam emanetleri müzeye götürür ama ilgi görmez. Geri köye götürmek de çok zahmetli iş. Bir orta yol bulunur ve bunları müze bahçesinde bir kenara bırakıp Örencik’e geri döner.”
KÖYE YABANCI ARKEOLOG GELDİ
Aradan yıllar geçer. Sene 1994 ve bir gün köye “Göbekli Tepe’nin Babası” yani kâşifi rahmetli Klaus Schmidt ve Türk meslektaşı Murat Akman gelir. Çevreyi dolaşırlar, ama köylü onların kim olduğunu nereden bilsin? Birkaç gün üst üste gelip giderler. Geldikleri taksi onları aşağıda bekler durur ve böylece çok dikkat çekerler. Köy korucuları devreye girer ve ne aradıklarını sorarlar. Schmidt müzeye buluntuları kimin bıraktığını sorar. Mesele anlaşılmıştır. Schmidt bir ara müzeye gittiğinde tesadüfen buluntuları görür, nereden geldiğini öğrenmek ister. Göbekli lafı dolaşır ortalıkta, işte bu geliş bunun içindir. Hemen Şavak Yıldız’a giderler, çevreyi ve toprağını çok iyi tanıyan bu kişiye bilmek istediklerini sorarlar. Veysi Bey anlatmaya devam etti. “Ben o yıllar artık yetişkin olmuştum. Klaus Bey babamdan arazisi üzerinde yüzey araştırması yapmak için izin istedi. Bir hoş olduk, yabancı bir adam, ne yapsak etsek diye düşünürken, bir avukata danışalım dedik. Avukat, ‘Korkmayın yabancılardan zarar gelmez! Belki size faydası da olur.’ dedi. Kabul ettik. Bakanlıktan da alınan izinle araştırmalara başladılar. Müzeden bir arkeolog ve Schmidt’in yardımcıları kazı için gerekli kanıtları toplayıp kayıt altına aldılar. Ardından da zaten kazılara başlandı. Bizim 55 dönüm arazi devlete geçti. Hem bu alan hem de tepenin yamaçlarında bulunan 700 zeytin ağacı için o zamanın parasıyla bize 230 milyar TL ödendi. Babam 5 kardeşti, para beşe bölündü ve o para da eridi gitti. Aslında istediğimiz verimli bir yerde arazi takasıydı, o da olamadı vesselam!”
Klaus Schmidt yöreyi, koşulları ve insan ilişkilerini çok iyi bilen birisi olan Şavak Yıldız’ı da bu keşif için çok önemli gördüğünü kitabında belirtmiş. Uzun yıllar kazı bekçiliği yapan Çiftçi Şavak için “Taş Devri Anıtları’nın Bekçisi” diye de bir tanımlama yapmış. Vefa bilir bir adammış Schmidt…
Devam eden kazılarda Şavak Yıldız’ın oğlu Veysi Yıldız ve onun amca oğlu Mahmut Yıldız kazı alanında hâlen bekçilik yapıyorlar. Ailenin ve köyün erkeklerinin birçoğu burada bir iş sahibi olmuşlar ve canla başla çalışıyorlar. Mahmut Yıldız’ın güler yüzlü ve çok disiplinli oğlu gişe memuru Ahmet Yıldız’ın burayı görmeye gelenlere davranışı takdire şayan doğrusu. Urfa’da kime rastladıysam Klaus Schmidt’ten övgüyle söz etti. Kendisini üç yıl önce kazı alanında çalışırken görüp bir merhaba demiştim. Başında puşusu, oradaki işçilerle birlikte harıl harıl çalışıyordu. Birkaç foto çektim, elimde sadece bunlar var. Ama insanlık adına, sayesinde gün yüzünü gören Dünyanın En Eski Tapınağı’yla beraber var olduğumuz müddetçe hep aklımızda kalacak. Toprağı bol olsun inşallah.
Veysi Bey’in görev vakti geldi. Onu Göbekli Tepe’ye bıraktım. Tapınakta bir kez daha dolaşıp gördüklerimi ölümsüzleştirdikten sonra bu gizemler dünyasına bir kez daha veda ederek ayrıldım…
Yineliyorum; gereken önem verilir ve yeterli tanıtım yapılırsa önümüzdeki yıllarda dünyadaki en önemli kültür turizmi merkezlerinden biri de hiç şüphesiz Şanlıurfa-Göbekli Tepe olacaktır…
Zaman keşfetme zamanıdır ertelemeyin ve hemen bir fırsat yaratıp Şanlıurfa’ya gidin. Gidin de buram buram tarih kokan kadim kenti köşe, bucak gezip görün. Bir zaman tünelinde tarih öncesine Göbekli Tepe-Dünyanın En Eski Tapınağı’nı anlamak üzere yollara koyulun.
Unutmayın insanda bağımlılık yapan Şanlıurfa’nın kapıları herkese açık. Haydi yolunuz açık olsun…
Kaynak: Klaus Schmidt-Göbekli Tepe – En Eski Tapınağı Yapanlar “Göbekli Tepe. Dünyanın En Eski Tapınakları. Bir Büyük Keşfin Hikâyesi”, Şanlıurfa İl Kültür Turizm Müdürlüğü arşividen-Göbekli Tepe fotoları-İnsan başı, ilk heykel ve steller-, Wikipedia-Göbekli Tepe, Sabri Kürkçüoğlu -Göbekli Tepe geçici çatı olmadan önce çekilen kazı alanı fotoları.