Sırtını kayalıklarla örtülü Çimşit Tepe’nin yamaçlarına dayamış kendi halinde bir Köy! Her ne kadar sıradan gibi görünse de dört bir tarafı evvel zamanlarda bir yıldız gibi parlamış ve kayıp gitmiş uygarlıkların dudak uçuklatan muhteşem izleriyle dolu dolu…
Bir yanında tarihin en erken evrelerine tanıklık etmiş Keber Tepesi ve üzerindeki Dülük Antik Kenti, 3 km uzaklıkta olan diğer yanındaysa kentin Dülük Baba Tepesi üzerine kurulmuş “Kutsal Alanı” yer alıyor. Köyün üzerinde yerleştiği yamaçlarda bulunan antik kent mezarlığı, kaya kiliseleri, Roma, Bizans ve Osmanlı Dönemlerinde kullanılmış taş ocaklarıyla da her taraftan âdeta tarih fışkırıyor! Ve kim bilir daha niceleri saklıdır bu kadim toprakların altında…
Burası; “Dünyanın Gözbebeği” Kadim Kent Gaziantep’in, yaklaşık 12 km kuzeyinde bulunan ve dünyanın üzerinde hâlâ kesintisiz yaşanılan en eski yerleşimlerinden biri. Antik çağlarda yolların kesiştiği, tanrıların buluştuğu Dülük Antik Kenti ve hemen yanı başında kurulmuş Dülük Köyü. Bu küçük köyde, yüzyıllardır tarihle iç içe yaşıyor olmak nasıl bir duygudur dersiniz!
En az 300 yıl gibi bir geçmişi olduğu söylenen Dülük Köyü sakinleri şu sıralar karaları bağlamışlar… Bir zamandan beri, birinci dereceden sit alanı ilan edilmiş köy toprakları, Gaziantep’in iki merkez ilçesinden biri olan Şehitkâmil’in Belediye sınırlarını içine alınmış ve mahalle statüsüne girmiş. Tüm köyün taşınacağı uygun bir yer bulunması için bekleniliyor. İnsanın doğup-büyüdüğü, her köşesinde acı tatlı anılarının olduğu bir yeri terk etmek zorunda kalması hiç de kolay olmasa gerek. Ama köyün altı üstü tarihin izleriyle dolu… Bunca zenginliğin de dünyaya kazandırılması için gerekli adımların atılması gerekiyor!
Şimdi buraya bir nokta koyalım ve dönüp Dülük Antik Kenti’nin üzerinde bulunduğu toprakların geçmişine kısaca bir bakalım.
EVVEL ZAMAN İÇİNDE DÜLÜK
Medeniyetler tarihinde çok önemli bir yere sahip olan bölge coğrafyası; iklimi, su kaynakları, bire beş veren verimli toprakları ve hammadde kaynaklarıyla, insanoğlu sahneye çıktığından beri hep bir cazibe merkezi olmuş. Tarihin en eski ticaret yollarının kesişme noktasında olması da bereketli kırmızı topraklarını hep vazgeçilmez kılmış.
Hâl böyle olunca, tarih öncesi dönemlerde bile yerleşimi olan bu kıymetli coğrafyanın geleni gideni de hiç eksik olmamış. Hitit, Med, Asur ve Persler, Kommagene Krallığı, Selevkos, Roma, Bizans, Haçlılar ve daha niceleri gelip, art arda hüküm sürmüşler. Burada antik şehirlerini kurmuş, kültürlerini gelecek nesillere taşıyacak sayısız eserlerini de arkalarında bırakarak göçüp gitmişler…
Dülük topraklarının en erken geçmişi, bizi günümüzden 700-600 bin yıllarına, Alt Paleolitik Çağ’a (Eski Çağ/Yontma Taş Çağı) götürüyor. Anadolu uygarlıklarının temellerini atan ilk insanlar gelir, Keber Tepesi’nin köye bakan yamaçlarında bulunan Şarklı Mağara’da barınırlar. Yaşamlarını devam ettirebilmek için gerekli kesici aletleri yapacakları en kaliteli çakmak taşı hammaddesini de bu bölgede keşfederler. Şarklı Mağara içinde ve Şimşir Tepe yamaçlarındaki açık alanlarda Anadolu’da bilinen ilk taş işleme atölyelerini kurar, taşı taşa vurarak inanılmaz bir teknik ve beceriyle sayısız kesici, kazıyıcı, delici, ezici aletler yaparlar. Özgün karakterleri açısından da Dülükien (Dülük tipi) olarak arkeoloji edebiyatına giren bu aletler bıçak, testere, matkap, çekiç, tokmak, balta, iğne, ok ve mızrak uçlarıdır. Büyük bir olasılıkla kendi kullanımları dışında, ürettikleri tüm bu aletleri de takas yoluyla elden çıkarmışlardır. O zaman daha para diye bir şey yok değil mi ya… Demek ki; Ülkemizde sanayi ve ticaretin kalbinin attığı şehir Gaziantep’in üretkenliği, ticaret zekâsı taa o zamanlara dayanıyormuş…
Arkeolog Prof. Dr. Enver Bostancı tarafından 1971 yılında keşfedilen Şarklı Mağara’da 1982 yılına kadar kazılar yapılmış. 84 m genişlik 17 m derinlik ve 13 m yüksekliğinde olan mağaranın duvarlarında da “dünyada ilk ondalık sayı sisteminin” kullanıldığı tespit edilmiş. Ayrıca bu kazılarda çok miktarda midye kabukları bulunmuş olması, Paleolitik Çağ’ın bitiminde mağaranın çevresinde küçük bir gölün bulunduğunun kanıtıymış.
TANRILAR ÖZDEŞLEŞİYOR
Şimdi sıra geldi Dülük Antik Kenti’nin çok tanrıcı geçmişine olabildiği kadar kısaca bir bakmaya. Konunun ruhunu daha iyi anlamamız açısından faydası olacağına inanarak araştırmalarımın sonucunda anladıklarımı size aktarıyorum. Antik çağlarda Dülük’ ün bir inanç merkezi olmasının temelleri, Geç Hitit Döneminde (M.Ö. 1200-700) atılmış. Hititler, işte bu dönemde ve zamanlardan birinde Dülük topraklarına girerler. Önemli ticari ve askeri yolların kesiştiği, kültürlerin harman olduğu bu noktada bulunan en yüksek tepeye, “Göklerin hâkimi Fırtına Tanrısı Teşup’a” adanmış bir tapınak yaparlar. Bu tepe çok uzaklardan bile rahatça görülecek konumda olan 1020 metre yüksekliğindeki Dülük Baba Tepesi’dir. Hitit Devleti’nin başlangıcından itibaren baş tanrısı, Hurri kökenli Teşup olmuş. Evrenin ve krallığın düzenini ve adaleti sağladığına inanılan Teşup aynı zamanda bütün doğa güçlerinin de hâkimidir.
Bir düşünelim; sürekli ve yoğun bir şekilde kullanılan bu noktadan gelip geçen asker, tüccar, seyyah ve daha niceleri, tapınağın evrene hükmeden tanrısına dua etmeden yollarına devam ederler miydi?
Fırtına Tanrısı Teşup’un tasvir edildiği ilk kabartmayı, yıllar önce Gaziantep Arkeoloji Müzesi’nin bahçesinde görmüştüm. M.Ö. 750-700 yıllarına tarihlenen bazalt stel inanılmaz etkileyiciydi! Bizim Teşup, bir elinde yıldırım demeti, diğer elinde çift başlı baltayla bir savaşçıya benziyordu ve dünyaya hükmedercesine dimdik ayaktaydı. Huni biçimindeki şapkasından çıkan boynuzları ve örgülerle süslü saçı sakalıyla ne de hoş görünmüştü gözüme. Teşup’un, bu gördüğüm stelde olmayan bir de kutsal hayvanı ve simgesi olan Boğa’sı vardır.
Hitit egemenliği sona erer, sahneye Persler girer (M.Ö. 6.yy). Ama bölgeye hâkim olmalarına rağmen kültürel açıdan hiçbir şeye karışmazlar. Bunun da etkisiyle Fırtına Tanrısı Teşup inancı, yüzyıllarca devam eder. Yunan Uygarlığının egemen olduğu Helenistik Dönem’de (M.Ö. 330-M.S. 30) etkisini sürdürür. Öyle ki Yunan askerleri, uzun yıllar süren güç savaşlarında kendi tanrılarından istedikleri desteği göremeyince bölgedeki yerel tanrı Teşup’tan medet ummaya başlarlar. Yine bu dönemde, günümüzdeki isimleriyle Gaziantep, Kahramanmaraş ve Adıyaman’ı içine alan bölgeye, artık Kommagene Krallığı egemendir (M.Ö. 1.yy M.S.72.) Kral Antiochos, hüküm sürdüğü bölgelerin birçok yerinde olduğu gibi, Dülük Kutsal Alanı‘nda da kendisini Kraliyet inancının tanrısı olarak gösterdiğine dair bir yazıt bugün Gaziantep Müzesi‘nde bulunuyor.
Kommagene Krallığı’nın kısa süreli yönetimlerinden sonra da bölge Roma’nın Suriye eyaletine bağlanır. Bir zaman geçer, Romalılar artık Dülük Bölgesi’nin hâkimidir (M.Ö.30). Bir ara Kommagene’yi etkileri altına aldıklarında, dünyanın savaşçı hükümdarı ve hayat bağışlayıcı olduğuna inandıkları Teşup’a sevgi ve saygı duymaya çoktan başlamışlardır bile. Özellikle bölgeye gelen askerler tarafından, Roma Baş Tanrısı Jüpiter, Fırtına Tanrısı Teşup’ la özdeşleştirilir. Bu şekilde, benzer özellikleriyle yeni bir asker tanrısı ortaya çıkar. Adını da Latince “Jüpiter Dolichenus” koyarlar. Böylelikle Romalı Jüpiter, Dülüklü Jüpiter olarak günümüz Gaziantep topraklarında, Dülük’te doğmuş olur… Dülük Baba Tepesi’ndeki Teşup Tapınağı’nın yerini de Jüpiter Dolichenus Tapınağı alır.
Jüpiter Dolichenus da aynı Teşup gibi bir boğa üzerinde ayakta, bir elinde çift başlı balta, diğer elinde tuttuğu yıldırım demetiyle, dünyaya hükmedercesine dimdik bir duruşla tasvir edilir. Romalı askerler sevgili tanrıları güç versin diye Jüpiter Dolichenus’un küçük heykelciklerini kolye olarak boyunlarında taşırlar. Hâl böyle olunca da inançlarını imparatorluğun her yanına yayarlar. İngiltere, Almanya, İtalya, İspanya, Kuzey Afrika ve özellikle Tuna Bölgesi’ndeki ülkeler gibi geniş bir coğrafyada, Dülüklü Jüpiter’e adanmış başka tapınaklar inşa edilse de Dülük Antik Kenti, Jüpiter Dolichenus kültünün merkezi olarak kabul görür…
Gel zaman git zaman, M.S. 253 yılında Sasani Kralı I. Şapur Romalılara karşı savaşır ve kenti yerle bir eder. Büyük bir olasılıkla aynı dönemde Kutsal Alan da yakıp yıkılır. Kentin ve Kutsal Alanın gelişimi duraklar. Bu arada Hristiyanlık Roma İmparatorluğu’nda kabul edilir. İmparator Theodosius’un Pagan tapınaklarının kapatılmasını ve her türlü adağı yasaklar (391). Bizim Dülüklü Jüpiter inancına tapınma da bu şekilde sonlandırılır.
Dülük toprakları bir rahat gün yüzü görememiş… Bu gidişle daha da göremeyecek gibidir çünkü bu kez de Bizanslılar bölgeye hâkim olur (395). Dülük artık “Telukh” adıyla bir eyalet merkezidir. Roma İmparatorluğu’nun her yerinde olduğu gibi Dülük’te de Hristiyanlık en önemli din olur. Hititlerden beri süregelen kutsal şehir özelliği, bu zamanda piskoposluk merkezi olarak devam eder. Jüpiter Dolichenus Tapınağı ve Kutsal Alanı’nda hemen bir manastır kurarlar. Başpiskoposluğun 7. yüzyılda Zeugma’ya taşınmasıyla birlikte dini merkez konumunu kaybeder. Arkasından Arap-Türk-İslam akınlarıyla Bizanslılar çekilmek zorunda kalır. 12. yüzyıla geldiğimizde, Gaziantep Kalesi çevresinde Ayıntap şehri kurulur. Asırların gözde kenti Dülük, artık Ayıntap’a bağlı bir köy konumundadır. Bağrında sakladığı hazinelerle sessiz sedasız yeni statüsüne katlanır. Dülük Baba Tepesi’nin Teşup ile başlayan ve Jüpiter Dolichenus ile devam eden kutsallığı da asıl adı Davut Ejder olan Evliya Dülükbaba’nın burada bulunan türbesiyle hâlâ devam eder.
Tarih boyunca birçok egemenlik arasında sık sık el değiştiren Dülük, Antik Yunan ve Roma dilinde Doliche, Bizanslılarca Telukh diye anılır. Araplar tarafından Dalûk-Dulûk, Süryanî dilindeyse Dolik olur. Ermeniler Deluk, Haçlı Seferleri sırasında da Tulupa ismini alır. Arapçadan dilimize gelen söylenişiyle de Dülük olarak kalır.
Biz şimdi buraya kadar bilinenlerin doğrultusunda yola çıkalım. Antik çağların en önemli inanç merkezlerinden olan Dülük (Doliche) Antik Kenti’ne ve komşusu olan köye bir merhaba diyelim. Asırlara meydan okuyan tarihi kalıntılarına bir dokunalım, bu kente dair ne varsa yerinde görüp anlayalım. Zaten Gaziantep’i de komşu kapısı yapalı çok uzun zaman oldu. Topraklarına ayak basmadan o binbir doğal, tarihi, kültürel güzelliklerini, cana yakın ve üretken insanlarını da görmeden edemiyorum! Şimdi ver elini Gaziantep…
Aylardan Temmuz, Gazi Şehrimle hasret gidermek ruhuma ne kadar iyi geldi, gücümü nasıl artırdı anlatamam… Öyle ki Güneydoğu’nun o kavurucu, insanı eriten sıcakları bile beni Dülük yolculuğumdan alıkoyamadı.
İşe bir yerden başlamak gerek dedim ve her zaman olduğu gibi ayağımın tozuyla Gaziantep İl Kültür Turizm Müdürlüğü’ne gittim. Sağ olsun Kurum Müdürü Mehmet Bülent Öztürk tarafından hoş karşılandım ve Dülük Antik Kenti hakkında gerekli her türlü bilgiyi, belgeyi ve yardımı aldım. Hatta Dülük Antik Kenti ve çevresini, Gaziantep Kültürü’ne dair araştırmaları ve yazılarıyla çok takdir ettiğim Sosyal Antropolog İbrahim Alisinanoğlu’nun eşliğinde görmem bile sağlandı. …Çok sevindim, bölgeyi bilen biriyle keşfetmenin tadına doyum olmaz. El ele verince akan sular dururmuş ve her şey Gaziantep için. Eksik olmasınlar…
DÜLÜK’E DOĞRU
Özel araçla şehir merkezinden yola koyulduk. Yönlendirme levhalarını takip ederek önce Gaziantep- Adıyaman (5 km) istikametine, oradan Yukarıbeylerbeyi Mahallesi’ne saptıktan sonra ver elini Dülük Köyü. Oraya uzanan 6 km mesafeyi asfalt bir yolda kat ediyoruz. Bölgeye hiç gelmemiş bile olsanız, elinizle koymuş gibi rahat bulunacak bir yol güzergâhında bizim köy. Heyecandan nefesim tutulmuş bir halde etrafı gözlemliyorum. Derken, Alisinanoğlu’nun bilgilendirmesiyle, yayvan bir tepenin üstünde, tarımsal alanla kaplı Dülük Antik Kenti de görüş açımıza girdi. Tepenin eteklerindeyse, devasa bir alan kaplayan Gaziantep Üçüncü Organize Sanayi Bölgesi hiç de gözden kaçacak gibi değil.. Dedik ya Gaziantepliler üretkendir diye…
Köye girmeden önce hemen sağ tarafta alışılmış sarı rengi ve mimarisiyle küçük bir tren istasyonu görülüyor. Çocukluğum bu istasyonlarının çevresinde geçtiğinden midir nedir bilmem, trenle ilgili her şey çok ilgimi çeker. Kısa bir süre için araçtan indik merakla etrafa bakındık. Terkedilmiş istasyon binasının önünden geçen rayların üzerinde bir hareket bir bereket sormayın gitsin! Sorup, öğrendik; buraya hızlı tren rayları döşeniyormuş. Sanırım Gaziantep’i komşu illere bağlayacak hızlı tren bu bölgeden geçecek belki de uğrayacak… Şimdi buraya bir nokta koyalım ve dönüp Dülük Tren İstasyonu’nun geçmişine şöyle bir bakalım…
Gazi şehrime her gelişimde mutlaka gittiğim bazı mekânlar vardır. Onlardan biri de günümüzde kafeterya olarak işletilen ve yöre el sanatlarından objelerin sergilenip satıldığı Tarihi Tütün Hanı’dır. Bir fincan Menengiç kahvesi içer bir de keyfime göre gözleme veya sıkma yerken, Gazi Antep’in seslerini dinler ve renklerini seyrederim. Hanın bir köşesinde, midelere bayram ettiren gözlemelerini özenle hazırlayan Serpil Atalay Hanım’la da arada bir tatlı sohbetlere girerim.
Dülük köyünde büyümüş Serpil Hanım’la bir muhabbetimizden tren istasyonuyla ilgili olanları aklımda kaldığı gibi kısaca size aktarayım. “Trenin 50’li yılların başlarında köye geldiği anlatılırdı. Ben o zamanlar küçük bir çocuktum. Gaziantep’e bir sabah bir akşam tren seferleri vardı. Şehre gideceğimiz zaman evde bir telaş olurdu ki anlatamam… Treni kaçırmamak için sabahın erken saatlerinde istasyona gider beklerdik! Zaman dururdu sanki… Uzak yerlere gideceğini tahmin ettiğim köylülerin yanında tahta bavulları olurdu. Sonra trene biner, yerimize oturur ve tren düdüğünü çalar çalmaz yola koyulurduk. Arada bir pencereden başımı uzatır, dışarıyı seyrederdim. Trenin bacasından kapkara bir duman savrulurdu. Şehirde gün boyunca işimizi hallettikten sonra yine koştur koştur, Gaziantep Garı’na gider, bizi tekrar köye götürecek trenin kalkmasını beklerdik. Askere gidecek gençleri bütün köy ahalisiyle birlikte Dülük İstasyonu’ndan uğurladığımız günleri de hiç unutmam. Hey gidi günler hey… Daha sonraları 70’li yılların sonunda köyden şehre ilk dolmuş seferleri başladı. Treni unuttuk gitti ama arada bir istasyonun önünden geçerken, düdük seslerini hâlâ duyarım…”
Bu arada, küskün istasyonunun önünden geçen toprak bir yol üzerinden, ilk durağımız olan Keber Tepesi’nin köye bakan eteklerindeki düzlüğe de geldik. Burada Şehitkâmil Belediyesi tarafından çevre düzenlemesi yapılmış. Bizi “Mitras Tapınağı’na” götürecek yürüme yolu, kilit taşları ile döşenmiş. Kenarlarına çardaklı oturma bankları yerleştirilmiş. Bilgilendirme panoları konulmuş. Burada bir güvenlik kulübesi de bulunuyor. Alanın girişinde ilk göze çarpan bir levha üzerinde Jüpiter Dolichenus’un boğa üzerindeki betimlemesi oldu… İyice yaklaştım ve baktım. Ufacık tefecik tanrı, baltası ve şimşek demetiyle sanki “burası benden sorulur” der gibiydi! Bizim minik tanrı etrafı kolaçan edip dursun biz şimdi olduğumuz yerde hem etrafı içimize sindirelim hem de antik çağların kutsal kentinde tarihin saklı hazinelerini gün yüzüne çıkaran arkeologlara bir bakalım.
KAZI BİLİMCİLER
Toprağın altından çıkarılan hazine değerindeki buluntuların hepsi bize geçmişten haber verir. Bu işin ustaları da kazı bilimcileridir (arkeolog). Sabırla, aşkla, hevesle araştırmalarını yapar ve genellikle yağışların neredeyse yok denecek kadar az olduğu mevsimlerde çalışırlar ki bu yaz mevsimidir. Güneş insanı cayır cayır yakar ama onlar hiç yılmadan ve heyecanla eski çağlardan kalma nesneleri gün yüzüne çıkarırlar. Dülük Baba Tepesi’ndeki kutsal alandaki kazı çalışmalarına 2001 yılında başlanır. Almanya’daki Münster Üniversitesi-Küçük Asya Araştırma Merkezi ve Gaziantep Müzesi işbirliğiyle kolları sıvayıp işe girişirler. Şehitkâmil Belediyesi de elini taşın altına koyar ve her türlü desteği verir. Kazı Başkanı görevini üstlenen Prof. Dr. Engelbert Winter 1997-98 yılında Keber Tepesi altında bulunan iki mağarada, “Mitras inancına” ait tapınakları keşfetmiş, ekibiyle kazılar yapmış. Dülük ’ün kazı bilimcilerinin hepsine buradan selam olsun…
DÜLÜK ANTİK KENTİ
Keber Tepe üzerinde bulunan Dülük Antik Kenti’nin üstü tamamen tarımsal alan ve Antep fıstığı ağaçları ve üzüm bağlarıyla kaplı. Kentin M.Ö. 300 yıllarında kurulduğu, daha önce var olan kentin o zamanlar tekrar ayağa kaldırılmış olduğu tahmin ediliyor. Kazı ekibi, 2015 yılında ilk kez antik kent üzerinde çalışmalara başlar. Gösterişli bir villa kalıntısının yanı sıra oldukça basit ve sade ev kalıntılarına, sokak aralarına ve de su kanallarına rastlanır. Villanın 100 metrekareden daha büyük olan avlusu, oldukça kaliteli bir taban mozaiğiyle süslenmiş. Ölçüsü ve geometrik motiflerine göre, Geç Antik Döneme rastlayan zaman diliminin en güzel taban mozaiği örneklerinden biri olduğunu tespit ederler. Fakat bu muhteşem kent villasının ne için kullanıldığı henüz bilinmiyor. Dülük Antik Kenti’nin daha eski zamanlardaki adı da bilinmemekte.
Gün yüzüne çıkarılan buluntulardan anlaşıldığına göre; tam anlamıyla şehir olmasa da bir yerleşim merkezi olarak kullanıldığı sanılıyor. Ayrıca anıtsal bir yapı kalıntısına da rastlanmamış. Buradan yola çıkan kazı bilimcilere göre; Dülük Antik Kenti daha çok resmî ve dinî işlerin görüldüğü bir yönetim merkezi olmalıdır. Büyük bir bölümü hâlen toprak altında olan kent hakkında henüz yeterli bilgi yok. Ama bilinen şu ki; Dülük Antik Kenti birçok kültür ve inancı içinde yaşatmış bir Roma kentidir. Teşup, Zeus ve Jüpiter’in bir bedende Jüpiter Dolichenus kültü (inancı) olarak doğduğu ve dünyaya yayıldığı bir merkez olması açısından da çok önemlidir. Biz şimdi buradan çıkıp antik kentin sokaklarında dolaşamayacağız, taşlarına dokunamayacağız. Burada daha yapılacak daha çok iş var, bekleyeceğiz! Evvel zamanlara ışık tutmak… Doğrusu çok heyecanlı, artık çok geç ama bir daha dünyaya gelirsem arkeolog olmak isterim. Kim bilir, belki olur!
Hem doğayı hem tarihi barındıran kentler, deyim yerindeyse “Gez gez bitmez...” Ama bazen bir bardak mis gibi çay içmek için mola vermeden de olmaz ki… Güvenlik kulübesinde genç görevliler çay demlemişler, ikram ettiler. Alisinanoğlu’yla birlikte bir kenarda oturduk, keyifle çayımızı yudumladık. Ve hak ettik de doğrusu, bu sıcakta aklı olan dışarı çıkmaz ya... Tapınağın önündeki düzlüğün her yanında fıstık ağaçları, sumak ve kebere otları kök salmış… Güvenlik görevlisi Serkan dikkatimi çekmese, şu anda önünde durduğum fıstık ağacının yaklaşık 500 yaşında olduğunu bilemezdim. Kebere bitkisini duyunca biraz şaşırdım. Bizim tepe adını acaba bu ottan mı almış! Kapari, gebre veya kebere olarak da bilinen bu ot, güneşi çok sever ve hemen her yerde kendiliğinden yetişirmiş. Gaziantep yöresindeki harabelerin çevresinde de çok görülürmüş. O zaman, pembe çiçekleriyle göze çok hoş görünen bu bitkiye, harabelerin bekçisi de diyebiliriz… Yeteri kadar dinlendik. Daha fazla vakit kaybetmeden, ağaçları ve otları da bir kenara bırakalım ve dünyanın en büyük Mitras Tapınağı’na doğru yürüyelim.
MİTRAS TAPINAKLARI
Antik çağların inançlar diyarı Dülük’te bu kez karşımıza bir başka inanç, Mitra (Mitras) Kültü çıkıyor. Hint kökenli bu inanç İran’da doğmuş ve M.S. birinci yüzyılda Tarsus’tan yayılmaya başlamış. Anadolu topraklarında izlerini bırakarak da askerler tarafından Roma İmparatorluğu’nun her yanına taşınmış. Güneş Tanrısı Mitra adalet, zafer ve iyiliğin tanrısıdır… Mitra, yenilmeyen ve hiç bir zaman da yenilmeyecek olan güneşi temsil etmekte ve askerlerin cesaret, başarı ve özgüvenini de simgelemekte. Bu değerler, Mitras inancının Roma Ordusu’nda oldukça yaygınlaşmasının da ana sebebi olur. Aynı zaman diliminde, aynı topraklar üzerinde ve çoğu asker olanlar tarafından tapınım görmüş iki kült. Jüpiter Dolichenus ve Mitras inancı… Çok şaşırtıcı doğrusu!
Efsaneye göre; kayalardan doğmuş olan Güneş Tanrısı Mitra’nın, “Mithraeum” adı verilen ve yeraltı geçitleriyle ulaşılan kaya mağaralarında tapınım gördüğü bilinmekte. Şu an dünyada bilinen iki salonlu ve en büyük yeraltı tapınağının önündeyiz (M.Ö. 1.yy–M.S. 3.yy). Bu kaya mağarasına girmeden önce Alisinanoğlu, mağara açığında, kayaların arasında bulunan bir midye kabuğuna dikkatimi çekti. Ama şaşırmadım! Bugün biliyoruz ki buralarda çok önceleri muhtemelen bir göl vardı.
Nihayet, yerden bir metre yükseklikte olan meyilli yürüme platformundan, ışıklandırılmış iki salonlu tapınağın içine girdik. Evvel zamanlarda, mağara duvarlarında bulunan sayısız nişlerin içine yağ lambaları ve heykelcikler konulurmuş. Tapınağın mihrabı konumundaki yerde, “Tauroktoni” adı verilen ve Mitras inancında önemli bir yeri olan boğa öldürme sahnesi tasvir edilen bir kabartma yer alıyor, ancak bu öyle tahrip edilmiş ki inanın hiçbir şey seçemedim. Gözüme hemen çarpan bir haç işareti oldu. Tarihçiler, Mitras kabartması üzerine çizilmiş haç işaretini Hristiyanların istilası olarak değerlendiriyorlar. Burada bir efsaneye daha yer vermemiz gerekecek ki bu sahneyi anlatabilelim. Güneş (Işık) Tanrısı Mitra mitolojisinin temelini dünyanın yaratılışı oluşturur. Mitra, yüce Tanrı ile insanlar arasındaki bir aracı ve ruhların kurtarıcısıdır. Kâinatın bütün canlıları, onun kurban ettiği bir boğanın kanından doğmuştur.
Gördüğümüz ama seçemediğimiz bu kabartma: Kutsal boğanın sırtına dizini yaslamış olan tanrının, elindeki hançerle boğanın boynunu kesmek üzereyken tasvir edilmiş. Bunun çevresine, gezegenleri simgeleyen yıldızlar, takımyıldızlarını simgeleyen akrep, yılan, köpek vb. gibi figürler de işlenmiş. Kabartmanın üst kısımdaki kemerin üzerinde, güneş tanrısı Sol ve ay tanrıçası Luna yer almış. Bizim kabartma tahrip edilmiş olsa da başka örneklerden yola çıkarak “boğa öldürme sahnesi” bu şekilde göz önüne getirilebiliyor. Boğa; Teşup ve Jüpiter Dolichenus inancının da kutsal hayvanıydı, dikkatinizi çekerim… Her şeyin bir açıklaması vardır mutlaka ama benden bu kadar!
Kabartmanın hemen üst kısmında çok derin olmadığını sandığım tünele benzer bir oyuk bulunuyor. Ayrıca boğa kanının akıtıldığı havuzcuk da mağara tabanında seçiliyor. Sanki ayini izleyenlerin oturması için basamaklar da yapılmış. Yürüme yolundan ikinci tapınağa geçiyoruz. Burada da sayısız nişler, yerinden çıkarılmaya çalışılan taş blokları ve üzerindeki kabartma tamamen tahrip edilmiş levha görülüyor. Burası çok serin ve gördüklerimiz de gerçekten çok şaşırtıcı… Bu arada Mitra’ya inananların da haddi hesabı yokmuş. Büyük bir bölümünü Romalı askerler oluşturduğu gibi aralarında bürokratlar, tüccarlar ve köleler de bulunmaktaymış.
Gelelim bu tapınakta yapılan ayinlere ve kurallarına: Mitra inancının en büyük özelliği halka açık olarak kutlanan hiç bir kutsal töreninin olmamasıymış. Sadece bu inanca kabul edilenlere ve sadece erkeklere açık olmasıymış. Demek ki bu inancın önceliği gizlilikmiş! Mitras kültüne girmeye aday olanlar önce boğa kanıyla vaftiz edilerek boğanın yaşam veren özelliklerinin kendilerine geçeceğine inanmış. Mitra’ya iman edenlerse, boğanın etini yemek ve kanını içmekle, yeniden doğacaklarına ve Mitra ile birlikte güneşin göklerdeki evine yükselerek, ölümsüzlüğe kavuşacaklarına inanırlarmış. Mitra kültü dünyada çok büyük bir kitleye hitap etmiş, Bugün hâlâ geniş bir kitle tarafından inanıldığını, Hristiyanlık bir şekilde engellenmiş olsaydı, bugün Batı’nın tanrısı Mitras olurdu diye yazılıp çizildiğini çok okudum…
Tapınağın gizemli ortamından ayrılıp gün yüzüne çıkıyoruz. Bayağı bir serinledik, iyi de geldi doğrusu… Mitras tapınak mağaralarının hemen kuzeyine doğru Şarklı (Keber ) Mağarası görülüyor. Ancak etrafı tel örgüyle çevrili mağarayı görmek mümkün değil. Ortalıkta çökme tehlikesi olduğu söylentisi dolaşıyor. Bir an sanki günümüzden yüzbinlerce yıl önce, burada çakmaktaşından el aletleri yapan ilk insanları duyar ve görür gibi oldum! Bildiklerim doğrultusunda bazen kendimi geçmiş zamanların ortasında bulurum. Bu da bana iyi gelir… Tapınak mağarasının önünde biraz durduk ve tam karşımızda görünen Çimşit Tepe yamaçlarındaki köyün fotoğraflarını çektik, öylece seyrettik. Aracımıza gitmek üzere kilit taş döşeli yolda yürümeye başladık. Önce sumak ve kebere bitkilerine, sonra 500 yıllık Antep fıstığı ağacına, ardından da bilgili, sevgi ve saygı dolu yaklaşımlarıyla gönlümü fetheden güvenlik görevlileriyle vedalaştık. Şimdi ver elini Dülük Köyü.
DÜLÜK KÖYÜ
Dülük Köyü’nün eski tren istasyonuyla, önünden geçerken sessizce selamlaştık. İki dakika geçti geçmedi kendimizi köyün içinde, Selçuklu Dönemi’ne ait olduğu söylenen Dülük Köyü Cami’nin önünde bulduk. Hazır çok merak uyandırmışken sıcağı sıcağına, siyah ve beyaz kesme taşlarla süslü kemerli giriş kapısından içeri girdik. Cami, yine bölgeye özgü yumuşak kalkerli kesme taşlardan yapılmışa benzer. Sayabildiğim kadarıyla 14 köşeli olarak yükselen zarif minarenin şerefesi, taş işlemeciliğinin güzel motifleriyle süslenmiş. Kitabesi bulunamayan bu küçük caminin avlusu da kendisi gibi minicik olur… Ortasına eski zamanlara ait sütun başlarına benzer görünüşlü taş işlemeli iki fıskiye yerleştirilmiş. Öğle namazı öncesi birkaç köy sakini gölgelik bir köşede oturmuş, huşu içinde dinleniyorlar. Selamlaştık… Bu arada biraz da aklım karıştı! Köyün tarihi hakkında kesin bir bilgiye ulaşamamıştım. Kitabesi bulunamamış bu güzel cami gerçekten Selçuklu Dönemi’nde (12.yy) yapılmışsa, bizim Dülük Köyü’nün olduğu yer de yaklaşık 900 yıl önce önemli bir yerleşimdi. Yoksa bu cami buraya yapılmazdı sanırım. Neyse sizin de aklınızı karıştırmayayım, bu işi tarihçiler elbette çözerler…
Biraz dinlenelim, üzerimizdeki sıcağı bir atalım, birkaç bardak mis gibi demli çayla da kendimizi bir ödüllendirelim dedik. Caminin hemen karşısında bulunan köy kahvesine girip, ağaçların gölgesinde bir köşeye oturduk. Burası âdeta köylülerin buluşma noktası. Köy Muhtarı Ahmet Kıtır ve köy sakinlerinden Hüseyin Gündüz’le tanıştık ve başladık sohbete. Dedik ya taşınacaklar diye, tatları tuzları kalmamış. 500 haneli köyde 3 bin kişi yaşıyor ve burada 2 cami, 4 bakkal, taziye evi ve sağlık ocağı da bulunuyor. Çocuklar, 2 km uzaktaki okula toplu taşımayla götürülüyor. Bu arada büyük alışverişlerini, hastane ve devlet dairelerindeki işlerini vb. birçok ihtiyaçlarını Gaziantep’te hallediyorlar. Her 40 dakikada bir Gaziantep’e belediye otobüsleri kalkıyor. Burada hâlâ kendi toprağını ekip biçenler olduğu gibi sanayide çalışanların sayısı da oldukça kabarıkmış. Zaten Üçüncü ve Dördüncü Organize Sanayi Bölgeleri de burunlarının dibinde.
Hüseyin Bey’e Keber otunu surdum, eksik olmasın anlattı; “Burada yaşayanların kapılarının önünde bile biten bir ottur ve kazanç kaynağıdır. Küçük büyük herkes bu otun çiçeği daha açmadan yani tomurcuk halindeyken toplar. Tomurcukların bazısı iri bazısı da ufaktır. Biz toplarız, artık bunu ne için kullanacaklarsa turşucular gelir bizden satın alırlar. Keber Tepesi’yle bir ilgisinin olup olmadığını da bilmiyorum.” 70 yaşına merdiven dayamış Dülüklü Hüseyin Bey, bizi birazdan kaya mezarlarına götürecek. İşte memleketimin insanı! Sağ olsun… Bu arada bir bakalım Keber (kapari) otundan başka neler yapılır, nasıl hazırlanırmış. Sayısız sağlık sorunlarına iyi geldiği söylenen kaparinin tomurcukları toplanır, kaya tuzuyla salamurası yapılır. Turşusu yapılabildiği gibi salata veya et yanında süsleme olarak da kullanılır. Ayrıca kurutulmuş tomurcuklarından çay yapıldığı gibi reçeli bile olurmuş. İlaç ve kozmetik endüstrisinin de vaz geçilmeziymiş. Valla kıymetini bilen biliyormuş, bir bakın derim!
Hazır köyden bir rehber bulmuşken, köyün yamaçlarına doğru çıkalım. Kültürlerin ve inançların harman olduğu Dülük Antik Kenti’nin, Roma İmparatorluk Dönemi’ne ait mezarlığını (nekropol) bir görelim.
KAYA MEZARLARI
Çimşit Tepe yamaçlarındaki mezarlık, oldukça geniş bir alan üzerine dağılmış ve şimdiye kadar yüzden fazla üstünde mezar tespit edilmiş. Mezarların hepsi de kayalara bir oda gibi oyulmuş. Birden fazla odası olan ve taş basamaklarla inilen mezarlara da rastlanılmış. Bu kadar çok mezarı birden görmemiz hiç mümkün değil. O zaman önce resimlerini gördüğüm ve hayran kaldığım bir anıt mezarı görmeye gidelim. Gidene kadar da mezarlar hakkında öğrendiklerimi bir bir anlatayım. Antik dönemde ölümden sonraki hayat inancı, mezarların ölen kişiye ev olması düşünülerek yapılmış. Aynı evindeki gibi bir oda… Bunların bir kısmı, birden fazla odalar içeren, mimari bezemelerle süslenmiş aile mezarlıklarıymış. Ölüler genellikle yan duvarda bulunan nişlerin (Arkosol) içine gömülürmüş. Bazı odalarda sadece nişlerin içine yerleştirilmiş taştan yapılma yastıklar görülürken, bazılarında tabandan tavana ve nişlere varana kadar şahane süslemeler bulunuyormuş. Mitolojik kabartmalarla bezemeli olanların arasında baktığını taşa çeviren Yunan Mitolojisindeki canavar Medusa’nın tasvir edildiği kabartmalara bile rastlanmış. İşte bu mezarların dört bir yanına da köy kurulmuş ve buram buram tarih ve sanat kokan bu mezar odaları, yakın geçmişe kadar köylüler tarafından çeşitli amaçlarla depo olarak kullanılmış…
Önünü bir incir ağacının güzel yapraklarının kapattığı bir kaya mezarı gördüm. Heyecanla yokuş yukarı koşturdum ama içi kapkara su doluydu, girilebilecek gibi olmadığını görünce de hüzünlendim. Etrafta tavuklar, kapı önlerinde günlük işlerini yapanlar, çocuklar, kuşlar, böcekler, Keber otu. İşte kendi halinde bir köy ve tarihle iç içe yaşam kavgası veren köylüler… Nihayet bu mezarlıkta tek örnek olan altıgen şeklindeki anıt mezara da geldik. İnanılmaz bir heyecan sardı beni, sormayın gitsin! Ancak hevesim yine kursağımda kaldı! Diğer mezarda olduğu gibi burada da koyu renkte bir su birikintisi vardı. Bu kentin su kaynaklarının çok olduğunu duymuştum ama böyle kara su birikintileri göreceğimi hiç düşünmemiştim. Mezar girişinde durdum, nefesimi tutarak ve eğilip bükülerek dakikalarca her bir yanını görmeye çalıştım… Ne gördüysem anlatayım; mezarın önünde bulunan alana bakan duvarına bir insan betimlemesi işlenmiş. Piramit tavanlı odanın tam ortasında da bir lahit ve duvarlarında üç niş bulunuyor. Tabandan tavana her köşesi şahane motiflerle işlenmiş. Altı köşesinde tavana yakın yerinde kanatlı kadın figürleri, kemerler de kabartma bitki motifleriyle süslenmiş. En iyisi buraya koyacağım fotolara bakın ve siz de hayran kalın... Mezar girişinin tam karşısına gelen duvarda hemen göze çarpan büyük bir kabartma görülüyor. Yunan Tanrısı Hermes’in, ölülerin ruhunu temsil eden kanatlı dişi bir figürü yine Yunan Mitolojisi’nde ölülerin efendisi olan Hades’e götürmesi tasvir ediliyor. Burası bir ayağa kaldırılsa da gelip doya doya seyretsem. Vallahi bu mezardaki güzellikleri görünce ölesim geldi dersem, sakın inanmayın! Yaşamak güzel şey be Kardeşim… Çimşit Tepe yamaçlarından son bir kez Keber Tepesi’ne baktık, fotoğraf çektik ve sonra köydeki son durağımız olan taş ocaklarına gitmek üzere meyilli yoldan aracımıza doğru yürüdük. Tavuklar da bize eşlik ettiler… Bir noktaya kadar araçla devamında yürüyerek hedefe vardık. Güneş de tam tepemizde yani…
TAŞ OCAKLARI ve KAYA KİLİSELERİ
Taş ocağının görüntüsü muhteşem. Yüzeyleri bıçak gibi kesilmiş koca koca kaya bloklarının ortasında kendimi ne kadar da küçük hissettim bir bilseniz! Antik çağlardan beri kolay işlenebilen kireç taşı, buradaki kayalardan bazı yöntemlerle kırılıp çıkarılmış. Yeni Çağ’a kadar da bu böyle devam etmiş. Ve geriye kala kala da şu gördüklerimiz kalmış. Onlardan da en az iki kale yapılır vallahi… Bölgedeki yapıların hepsinde ve Gaziantep Kalesi’nin inşasında kullanılan taşların hepsi buradan götürülmüş. Çok heybetli bir şekilde dik olarak yükselen ana kayanın duvarı üstünde, Roma Dönemi’ne ait su kanallarının girişi görülüyor. Hatta kısmen de içinden geçilebilecek durumda olduğunu öğreniyoruz. İşte bu kanallarla Keber Tepe üstündeki Antik Kent’in su ihtiyacı karşılanmış. Bir ara çıkmaya niyetlendik ama kendime hiç güvenemedim. Taş ocaklarının çok yakınında bulunan iki kaya kilisesine de gidemedik. Zaman iyice daraldı, bir dahaki sefere diyelim ve burada sadece kiliseler hakkında öğrendiklerimi aktarayım.
Dülük Baba Tepesi’ndeki Kutsal alanda, Hristiyanlık Dönemi’nde yapılmış bir manastırdan söz etmiştik. Bu iki kilise de alanda yapılan kazlar neticesinde izlerine rastlanan “Kutsal Süleyman Manastırı’na” bağlıymış. Kiliseler, Dülük Antik Kenti’nde, Hristiyanlık Dönemi’nden kalan en ilginç yapılar olarak görülüyorlar. Önceleri kaya mezarı olarak yapılmış, daha sonraları kiliseye çevrilmişler. Kiliselerden biri, iki tarafını çevreleyen merdivenlerinden dolayı, halk arasında “Basamaklı Mağara” olarak biliniyormuş. Oldukça zengin bezemelerle süslü mağara 6-9. yy arasında yapılmış. Burada ayrıca Arapça yazıtlar da bulunmuş. Keşke gidebilseydik. Başka bir zaman olur inşallah. Bazen zorlamamak gerekiyor… Bu arada Hüseyin Bey’le de vedalaştık. Sağ olsun saatlerdir sıcağın altında bıkmadan bize rehberlik etti, hoş sohbetinden keyif aldık. Şimdilik burada göreceklerimizi gördük ve geldiğimiz yoldan geri dönüp, oradan da Kahramanmaraş istikametine devam ederek, Dülük Antik Kenti’nin, Dülük Baba Tepesi doruklarındaki Kutsal Alanı’na doğru yola koyulduk.
DÜLÜK BABA TEPESİ – TANRILARA ADANMIŞ KUTSAL ALAN
Değerli yol arkadaşım Alisinanoğlu rehberliğinde Dülük Baba Tepesi’ne giriş kapısını da elimizle koymuş gibi bulduk. Şu an sanki “tepelerin de kapısı mı olurmuş” dediğinizi duyar gibiyim. Tapınak zirvede fakat tepenin yamaçlarında devasa bir alana yayılmış Dülük Tabiat Parkı bulunuyor. Burada Şehitkâmil Belediyesi’nin başarılı çalışmalarıyla, Gazianteplilerin ruh ve vücut sağlığına çok iyi gelen bir cennet yaratılmış. Ee bir giriş kapısı da olsun ama… Önce hiç duraklamadan 1020 metre yüksekliğindeki zirveye bir çıkalım, sonra tabiat parkında biraz dinleniriz.
Tepeye araçla çıkacağımız için işimiz kolay. Çevredeki sayısız çam ağaçlarının arasında dar ve engebeli bir yol üzerinde ağır ağır ilerliyoruz. Nihayet zirvede bulunan devasa kazı alanına geldik. Bizim gök tanrıları doğa güçlerinin hâkimiydi. Bir an, üstümüze rüzgâr estirirler mi diye gülümseyerek düşündüm. Bu sıcakta da iyi gelirdi doğrusu… 2001 yılında, Almanya Münster Üniversitesi-Küçük Asya Araştırma Merkezi burada kazılara başlamış. Günümüze kadar yapılan çalışmalarda Kutsal Allan’ın, M.Ö. 1200-M.S.900 yılları arasında kullanıldığı buluntular sayesinde tespit edilmiş.
Yunan, Roma ve Bizans Dönemi’ne ait tapınakların izleri kısmen açığa çıkarılmış. Burada Kutsal Alan’ın girişi, su kanalları, kayaya oyulmuş su deposu, bina duvarları, bazalt taştan yapılmış taban döşemeleri ve sur duvarı gibi heybetli kalıntılar da gün yüzüne çıkarılmış. Tapınağın dini işlevini kanıtlayan 3500’ün üstünde adak boncuğu, sunaklar, Yunanca ve Latince adak yazıtları, adak hayvanlarının kemikleri, 600 kadar silindir ve damga mühür vb. daha birçok obje bulunmuş. Ayrıca tanrıların betimlendiği kabartma levhalar ve Jüpiter Dolichenus’un minik bir heykeli de ışığı görmüş. Bunun dışında üzerinde Bereket Tanrısı’nın betimlendiği bazalt bir stel de ortaya çıkarılmış. Ardından Gaziantep Müzesi’ndeki yerlerini almışlar. Bakalım önümüzdeki yıllarda, asırların izlerini taşıyan bu buluntulara, daha neler eklenecek. Dülük Baba Tepesi’nin inanç merkezinin sırlarla dolu geçmişine daha neler ışık tutacak…
Dülük Baba Tepesi’nin kutsallığının, Dülük Baba Türbesi’nin de burada bulunmasıyla günümüze kadar devam ettiğini biliyoruz. Bu Tepe adını da zaten Dülük Baba’dan almıştır. Asıl adı Davut Ejder olan Dülük Baba’nın, Hz. Ömer Dönemi’nde Gaziantep’in fethi sırasında şehit düşmüş bir sahabe olduğu rivayet ediliyor. Dülükbaba Türbesi’ne de bir bakalım dedik. Ama Kutsal Alanın yakınlarında olması gereken türbeyi bulamadık. Sonra öğreniyoruz ki; türbenin 1970’li yıllara kadar ayakta kalabilen duvarları günümüze kadar iyice yıkılmış ve kalıntılar yerinden sökülmüş. Burada birkaç kesme taş bloktan başka, türbeye ait hiçbir iz kalmamış. “Bir silkinip türbeyi tekrar ayağa kaldırma zamanı çoktan gelmiştir,” derim…
Kuzey Suriye’de ve Anadolu’da tapınılan Fırtına Tanrısı Teşup’a ve onunla özdeşleşen Roma Baş Tanrısı Dülüklü Jüpiter’e adanmış tapınakların bulunduğu Kutsal Alan’dan artık ayrılıyoruz. Bekçi kulübesinin önündeki banka biraz oturup soluklandık. Tepeden Gaziantep’i seyrettik, fotoğraflar çektik. Sonra da Kutsal Alan’ın bir km kadar batısında bulunan Rahipler Mezarlığı’na gitmek üzere aracımıza doğru yürümeye başladık. Bu arada kısaca bir bakalım Kutsal Alan’da daha önceleri neler olmuş.
Yıllardan 1907 ve o zamanlar Yukarıbeylerbeyi köylüleri, tepenin doruklarında üzüm bağları kurmaya çoktan başlamışlar. İşte o yıl Belçikalı araştırmacı Franz Cumont gelir, Dülüklü Jüpiter’in Kutsal Alanı’nın yerini tespit eder ama antik kalıntılarına ulaşamaz. Çünkü tarihi hazineleri, bağların altındaki topraklarda saklıdır. 1953 yılında Gaziantep’te kurulan Dülük Ağaçlandırma Derneği’nin 12 girişimci üyesinin ve Gazianteplilerin çabalarıyla tepenin çıplak yamaçları ağaçlandırılır zirvedeki bağlar da başka yerlere taşınarak tarımsal amacı sonlandırılır. Bugün bu tepe karaçam ve sedir ağaçlarından geçilmiyor. Bu işe sebep olanlara selam ve rahmet olsun… Derken 1970’li yılların sonunda Jörg Wagner, gerekli araştırmaları yapar ve I. Antiochos’un yazıtını bulur. Bildiğiniz gibi 2001 yılından itibaren de kazı çalışmaları süreklilik kazanır. Bu arada kahverengi yer levhalarını takip ederek Rahipler Mezarlığı’na da geldik bile.
RAHİPLER MEZARLIĞI
Bir yere kadar araçla daha sonra kilit taşı döşenmiş güzel bir yol üzerinden yürüyerek, rahatça Rahipler Mezarlığı’na ulaşıyoruz. Burada toplam 20 mezar bulunuyor. Yine hepsini tek tek görmemiz mümkün olamayacağı için, yolumuzun başlangıcında bulunan ve aralarında metrelerce mesafe olan birkaç mezara bakıyoruz. Bu mezarların hepsi de aynı Dülük Antik Mezarlığı’ndaki gibi kayalara oyulmuş, içlerinde birden fazla niş olan ve basamaklarla inilen mezar odaları bulunuyor. En çok dikkatimi çeken de bir mezarın önündeki kapı oldu. Burada kapı işlevini yuvarlak-yassı kocaman bir taş görüyor. Bu taş, kapı yuvarlanarak hareket ettirildiğinde açık ya da kapalı duruma getirilebiliyor.
Görebildiğimiz mezarların hepsi çok güzel motiflerle bezenmiş. Cepheleri çiçek motifleriyle işli ve taş yastıklı lahitler ve nişleri lahit şeklinde oyularak yapılmış mezarlar görüyoruz. Güzel, hem de çok güzel ve belli ki çok da emek harcanmış. Mezar odalarının birinin avlu duvarına, ayakta duran bir erkek figürü kabartma olarak işlenmiş. Mezar yazıtından anlaşıldığı üzere bu mezara Apollonis adında biri gömülmüş. Bir başka mezarın yazıtından da burada gömülmüş kişinin, Dülüklü Jüpiter kültü ’nün rahibi olduğu anlaşılmış. Kazı bilimcilere göre; Kutsal Alan’a çok yakın olan bu mezarlık, Jüpiter Dolichenus kültü rahipleri ve aileleri için yaptırılmış. Çok acıklı olan son bir cümle daha; Aynı Dülük Köyü’nün yamaçlarında bulunan Roma Mezarlığı’nda olduğu gibi, buradaki bütün mezarlar da keşfedilmelerinden çok önce soyguncular tarafından talan edilmiş. Kırılıp dökülmüşler… Çok yazık olmuş!
İbrahim Alisinanoğlu bir ara, mezarların bulunduğu alandaki otlara dikkatimi çekti. Sadece Gaziantep Bölgesi’nde yetişen ve Gaziantep Zahteri olarak bilinen bu ot, harabelerde çok görülüyormuş. Aynı Kebere otu gibi o da harabelerin örtüsü demek ki… Zahter, yabani kekik olarak da bilinir ve çayı da her derde devadır.
Zaman, birkaç bardak demli çay içme zamanıdır dedik ve Dülük Tabiat Parkı’nda bulunan, Biyolojik Gölet’in kıyısında bir yere oturmaya karar verdik. Rahipler Mezarlığı’na bir defa daha baktıktan sonra aracımıza binip Gölet’e inmemiz yaklaşık 5 dakikamızı aldı.
DÜLÜK TABİAT PARKI’NDAN ESİNTİLER
Bu arada doğayla iç içe olmak yorgun bedenimize ve ruhumuza çok iyi geldi. Biyolojik Gölet’in kenarında gölge bir köşeye oturduk. Mis gibi kokan demli çaylar da geldi. Değmeyin keyfimize… Hazır buraya kadar gelmişken, 40 km²’lik devasa bir alan üzerine yayılmış olan Dülük Tabiat Parkı’nda ne var ne yok, bir bakalım. Gaziantep Şehitkâmil Belediyesi, burada bir inanılmazı başarmış ve insanoğluna iyi gelecek her şeyi ince ince planlayıp uygulamış. Ülkemizin en büyüklerinden biri olan Dülükbaba Orman Korusu’nda; karaçam, kızılcam, badem, servi ve meşe ağaçlarından geçilmiyor ve hepsi de tek tek insan eliyle dikilmiş. İçme ve kullanma suyu ihtiyacını da aynı saha içinde bulunan 3 adet sondaj kuyusundan karşılamışlar. Doğanın ortasında kamp kurma ve karavanlarla konaklama imkânı da yaratmışlar. Ee daha ne olsun… Bizim tabiat parkı, yürüyüş yolları, spor üniteleri, mesire yerleriyle vb. gibi daha birçok özelliğe sahip. 2011’de Tabiat Parkı olarak ilan edilmiş ve Gazianteplilerin de gözbebeği olmuş. Park, şehir merkezine 8 km uzaklıkta ve ulaşım sorunu hiç yok!
Dülükbaba Ormanları, Gaziantep’in ilk mesire yerlerinden biri. Tam donanımlı piknik alanlarında, bilhassa hafta sonları “iğne atsan yere düşmez…” Yeme-içme deyince, hele hele işin içinde mangal da varsa, Gaziantep’te akan suların durduğunu bilirsiniz. Bir başlanır mangallarda kebap pişirmeye. Dumanlar gökyüzüne öyle bir yükselir ki sanırsınız yangın var… Gelelim kıyısında huzur içinde dinlendiğimiz Dülük Tabiat Parkı’nın Biyolojik Göleti’ ne; kapladığı 5.200 metrekarelik alanla Türkiye’nin en büyük göleti. İçerisinde suyu temizleyen aynı zamanda suda oksijen üreten bitkiler, taşlar, çakıllar, kayalar ve çevresinde suyla uyumlu olan ağaçlar ve sazlıklar bulunan gölette kimyasal olan hiçbir madde bulunmuyor. İnsan burada nefes aldığını hissediyor, çiçeğiyle böceğiyle ne kadar güzel bir ortam yaratılmış. Şehirler artık iyice betonlaştı, gürültü ve görüntü kirliliğinden geçilmiyor ama Gazianteplilerin en azından Dülük Tabiat Parkı var. Şehitkâmil Belediyesi’ne buradan selam olsun, elleri dert görmesin… Bu güzel ortamdan ayrılmadan önce bir de Botanik Bahçesi’ne bakalım; Gölet etrafında oluşturulan bahçede, 255 farklı türden olmak üzere 11 bin 335 bitki yetiştirilmiş. Göze gönle şölen rengârenk bahçeden ayrılmak biraz zor olacak ama yolcu yolunda gerek… Sonuç: Dülük Tabiat Parkı’na gelmek gerek, bütün güzelliklerini mutlaka görmek gerek ve de göletin kıyısındaki kafeteryalarda, Gaziantep yöresine özgü yiyecekleri de mutlaka tatmak gerek diyelim ve bu hoş ortamdan ayrılalım. Çok iş başardık ve bir günde Dülük Antik Kenti’ne dair ne varsa gördük. Gaziantep’te son durağımız Gaziantep Arkeoloji Müzesi olacak. O da yarına kaldı. Gitmek gerek, çünkü arkeolojik buluntuları eğer göremezsek, antik kentin ruhunu nasıl anlarız? Bu arada Gazi şehrime de geri döndük. Değerli yol arkadaşım İbrahim Alisinanoğlu’yla helalleştik. Sağ olsun, var olsun… Akşam karanlığı basmaya başladı bile. Gaziantep’in tadına doyamadığım lezzetlerinden “Şıveydiz Çorbasıyla (Sarımsak Aşı)” karnımı bir güzel doyurup, dinlenmeye çekildim.
GAZİANTEP ARKEOLOJİ MÜZESİ
Bir zamandır kapalı olan Gaziantep Arkeoloji Müzesi 21 Mayıs 2017 tarihinde yeniden açılmış. Kent merkezinde bulunan müzeye yürüyerek varmam 10 dakikamı aldı almadı. Dışarıdan müzenin davetkâr görünüşünü biraz seyrettim, ardından içeri girdim. Yeniden elden geçen müze oldukça güzel donanmış. Teşhir alanları genişletilmiş, Gaziantep ve çevresinde yapılan bütün kazı ve çalışmalar ile Müze Koleksiyonları’na kazandırılan eserlerin en ilgi çekici olanlarının da ziyaretçiler ile buluşturulması amaçlanmış. Sıra geldi Müzeyi bir uzman eşliğinde görmeye. Eksik olmasınlar bu dileğim de mümkün oldu. Arkeolog Mehmet Sait Yılmaz ile birlikte Dülük Antik Kenti ve çevresinde gün yüzüne çıkarılan buluntuların sergilendiği kata kadar çıktık.
Burada; boğa heykeli başı, sunak, stel, mimari parçalar, yazıtlar ile tunç Jüpiter Dolichenus heykelciği olmak üzere çeşitli eserlerin yanı sıra, Helenistik ve Roma Dönemi’ne ait mimari parçalar ile mezar stelleri sergilenmekte. Salonun sonunda Dülük Antik Kenti ve burada yapılan kazılar sonucunda ortaya çıkartılan eserler hakkında sine vizyon vasıtası ile bilgiler de verilmekte. Kronolojik sırayla tarih öncesi devirlerden başlayarak (kesici aletler), Dülük’ ün antik çağlardan günümüze kadar gelebilen muhteşem izlerini gördüm. Etiketlerinden hangi zamana ait olduklarını okudum. Teşup kabartması ve Dülüklü Jüpiter’in tunç heykelciğiyle göz göze gelmekse inanılmaz bir duyguydu… Ve kısmen değerli taşlardan yapılmış damga mühürlerin gözlerimi çok kamaştırdığını vurgulamadan geçemeyeceğim. Objelerin birçoğu vitrinlerde sergileniyor. Buradaki buluntuların hepsini tek tek açıklamak isterdim ancak o kadar çok sayıda var ki bu pek mümkün olmayacak. Umarım ekleyeceğim fotoğraflarla da görmüş gibi olursunuz.
Müzenin diğer bölümlerinde de tarihin muhteşem izlerini görebilmek için buraya yine gelmek gerek. En kısa zamanda diyelim… Son olarak müze hakkında kısa bir bilgi: Gaziantep Arkeoloji Müzesi, Cumhuriyet Dönemi’nin ilk kadın arkeologlarından olan Sebahat Göğüş tarafından 1944 yılında kurulmuş. Önce Halkevi’nde, sonra da Nuri Mehmet Paşa Cami’nde hizmet vermiş. 1969 yılında Müze olarak yapılan kendi binasına taşınmış. Ruhu şad olsun… Yavaş yavaş Gaziantep Arkeoloji Müzesi’nden ayrılma zamanı da geldi. Sabırla bana eşlik eden, uzmanlık bilgilerinden çok faydalandığım Arkeolog Mehmet Sait Yılmaz’la vedalaştım.
Dülük Antik Kenti’ni gezmek ve yazmak çok keyifliydi. Bu konuda benden desteklerini esirgemeyen Gazianteplilere Selam Olsun. Münster Üniversitesi-Küçük Asya Araştırma Merkezi - Doliche Kazıları Başkan Yardımcısı Dilek Çobanoğlu’na, Dülük gezimin mimarı olan Gaziantep İl Kültür ve Turizm Müdürü Mehmet Bülent Öztürk’e ve Dülük Köyü’ne ulaşımımda, ellerinden geleni esirgemeyen Gaziantep Büyükşehir Belediyesi–Zabıta Daire Başkanı Mehmet Salih Yıldırım’a candan teşekkür ederim. Ayrıca gönülden bir teşekkür de araştırmalarımda bana HIZIR gibi yetişen Ergün Özuslu ve gerek bilgi gerekse yönlendirme açısından çok yardımını gördüğüm, bana sabırla rehberlik eden İbrahim Alisinanoğlu’na gitsin...
Eksiğiyle fazlasıyla geldik yine uzun bir yazının daha sonuna. Zaman keşfetme zamanıdır. Buram buram tarih kokan Gaziantep’e gelin, Dülük Antik Kenti’ne doğru unutulmaz bir yolculuğa çıkın. Kısaca; Kadim kent Antep’in bitmez tükenmek bilmeyen güzelliklerini yerinde yaşamayı daha fazla ertelemeyin… Modern müzecilik anlayışının fevkalade uygulandığı Gaziantep Arkeoloji Müzesi’ni de görmeden dönmeyin!
Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Rıfat Ergeç; Şehr- i Ayıntab ve Hayat Hikâyesi; Gaziantep Tarih Kültür Dergisi Sayı 21 sayfa 10-15 Gaziantep 2009
Michael Blömer; https://www.academia.edu/22678793/Doliche_ve_D%C3%BCl%C3%BCk_Baba_Tepesi
Akten Köylüoğlu /Kadim Şehir Gaziantep-sayfa 248-249 -Dülük Baba Ormanları.
www.Doliche.de
Prof. Dr. Engelbert Winter. Doliche’nin (Dülük) Tarihi. Özuslu, E. (Ed.),vd. Şehr-i Ayntab-ı Cihan Gaziantep, sy.254-263, Gaziantep Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, Gaziantep. ISBN:978-975-9011-63-5