Koca bedenlere sahip ancak sevdiği kişiyi ebediyete uğurladığı sıralarda dizleri üzerine çöken, kaç yaşında olursa olsun, en yıkılmaz görünenin bile annesinin saçına veya babasının omzuna dokunuşuna yenilen insana kim öğretti güçlü olmayı?
Hayatın içerisinde hedefler belirlenirken, bu hedeflere eklenebilecek küçük ancak insana büyük katkı sağlayabilecek bir konudan bahsetmek istiyorum; güçsüzlüğümüzün gücü…
Modern Dünya’nın insana dayattığı ve birçoğunuzun alışılagelmiş olduğu ‘’güçlü olmaya dair’’ mottolarından farklı gelebilir. Ancak çoğu zaman ‘’güçlüsün, hep güçlü kal’’ mesajlarına karşı birçok kişi iç mücadele vermek zorunda kaldığından, bundan sonrası için gücün tüm gerçeklik dışı söylem ve sloganlarına karşı korunabilmek adına bu yazıyı kaleme aldım.
Bu konunun önemi, güçlü görünmeye çalışırken kişinin farkında olmadığı yıpratıcı bir süreçten geçmesinde yatmaktadır. Zamanla kendine ve çevresine karşı samimiyetini kaybedenler, bir süre sonra beklentinin etkisine kapılarak içinde bulundukları durumda güçlüymüş gibi davranarak kendilerine karşı dürüstlüklerini kaybedebilir ve duygusal yorgunluğa sürüklenebilirler.
Şu bir gerçek ki, hayat siz isteseniz de istemeseniz de, kalabalıklar içinde yalnız olduğunuzda, tek gidilemeyecek veya dönülemeyecek yollarda tek başınıza olduğunuzda; size güçlü olmaktan başka seçenek sunmuyor, güçlü olmak zorunda bırakıyor zaten. Ancak asıl iz bırakanın, hayatın bizi güçlü olmak zorunda bıraktığı zamanlardan da ziyade, çevrenin kişiye veya kişinin kendisine dayattığı ‘güçlü olmalısın’ mesajları.
Özellikle çevreden duyulduğunda veya söylendiğinde iyi niyetten zerre şüphem yok tabiki. En çok da karşıdaki kişiyi toparlamak, çabucak o bulunduğu durumdan çıkartmak için güçlü olması gerektiği söylenir. Ancak madalyonun diğer yüzüne bakacak olursak, acısını yaşayamayan kişi toplumda gerçek duygularını maskeleyen, kendinden ve çevresinden uzaklaşan biri olarak karşımıza çıkar. Bu çerçeveden bakıldığında, birçok duygusunu bastıran bir insanın ‘’ne kadar kadar güçlü kalabileceği?’’ sorusu yöneltilmesi gereken önemli bir sorudur.
Hepimizin her bir duyguya dayanma eşiği farklıdır; bazıları acıyla kolay başa çıkabilirken bazıları çıkamaz. Acıyla kolay başa çıkabilenin de her duyguyla başa çıkabileceğini söylememiz de yanlış olur. Bu aynı zamanda güç kavramı için de geçerlidir. O zaman burada şu temel soruları yöneltmek gerekir; Güç nedir? İnsan ne zaman güçlüdür?
Güçlü olmak çoğu zaman katılıkla karıştırılıyor ve güçlü olmaya yönelik uygulanan baskı da kişiyi kendine karşı katılığa sürüklüyor. Bir müddet kişi kendinden öz şefkati esirgeyerek, kendini yargılamaya ve dinlememeye başlayabiliyor. Hayata karşı sergilenen bu katı duruşun farkını ve önemini Çin düşünürü Lao Tzu şu sözlerle ifade etmiştir; ‘’Yaşayan insanlar yumuşak ve hassastır. Cesetlerse sert ve katı. On bin şey; yaşayan otlar, ağaçlar yumuşaktır, esnektir. Ölünce ise kuru ve kırılgan. O yüzden sertlik ve katılık ölüme aittir, yumuşaklık ve hassasiyet hayata… Sert kılıç kırılır, eğilmeyen ağaç devrilir. Sert ve yüce göçer gider. Yumuşak ve zayıf ayakta kalır.’’
Mesleki tecrübelerimden de yola çıkarak şunu söyleyebilirim ki, hayattaki asıl güç, insanın kendi güçsüzlüğünü ve güçsüz yönlerini kabul etmesidir. Her zaman güçlü olmaya sığınmak yanlış bir inanıştır, çünkü ihanetler, üzücü anlar, travmalar ve benzeri her durumların insan psikolojisi üzerinde etkisi vardır. Bundan daha büyük bir yanlış da, bu mottoyu bize dayatmak isteyen her şeydedir. Baktığımızda bu dayatmalarla kişinin asıl duygularını yaşamasına izin verilmediği gerçeğiyle karşılaşırız. Hayatta da sürekli güçlü olmayı zorlamanın sürekliliği olmadığını; psikosomatik ağrılar, duygusal yorgunluk hatta ani gelişen biyolojik rahatsızlıklardan da görebiliriz.
Şunu hiçbir zaman unutmayın ki, daha güçlü olduğumuz için değil, güçsüzlüğümüzü de kabul ettiğimiz için kalkar asıl omuzlarımızdaki yük.
Sağlıcakla kalın,
Psikolog Kübra Keçeci