Hayatta korumadığımız, ilgi göstermediğimiz şeylerin sonucu bizi şaşırtmaz. Tıpkı, bir çiçeğe yeterli suyu verip, bakımını yaptığınızda; açmasına, bakım vermeyip, sulamadığınızda da; açmamasına şaşırılmaması gibi. Bir çocuğun, nasıl bir aileden geldiği, ilgilenilip ilgilenilmediği, gerçekten sevilip sevilmediği, hatta ve hatta az-çok ileride nasıl bir kişilik yapısına sahip olabileceği tahmin edilebilir bir şeydir ve Tolstoy`un da “Mutlu aileler birbirine benzerler, her mutsuz ailenin ise kendine özgü bir mutsuzluğu vardır” sözündeki gibi, aslında her mutlu aile çocuğu da, mutsuz aile çocuğu da dışarıdan fark edilebilir.
Çocuğunu seven her anne babanın arzusu, evladını en iyi yerlerde görmektir. Ancak insan bazen en sevdiğini korumaya çalışırken, farketmeden en sevdiğine zarar verir ve çoğu zaman acı olan ise, koruduğunu zannettiği şeyin koruduğu şeye dönüşüyor olmasıdır.
Çocuk eğitimi ve psikolojisi zaten ciddi bir konudur ancak bazen bu konunun ihmalkarlık ya da aşırılık dahilinde sınırlarının korunmaması çok daha ciddi ve ağır sonuçlar doğurabilir. Bu yazımda sizlere bu konunun sınırlarını zorlayan başka bir perspektifinden bahsedeceğim; çocuk suçluluğu. Bakıldığında birbirlerine ne kadar da zıt kelimeler olarak duruyor halbuki : Çocuk ve suç. Yan yana yakışmayan bu iki kelimenin yakınlaşmasında bazı aile ilişkilerinin büyük ve önemli rolü olabiliyor.
Mahkemelerde saha çalışması yaptığım dönemlerde, en ağır cezalardan birini işlemiş ve ailesinin adliye koridorunda beklediği, çocuk çıktıktan sonra ona hakaretler yağdırıp, hesap sorarken, çocuğun ‘biraz sevseydin keşke’ diye attığı, yaşayamamış olduğu sevgisizliği barındıran acı bakışlarından anlaşılabilir bu rolün önemi.
Ya da mahkeme duvarlarının arasında yaşından büyük bir suçtan yargılanırken, güçlü görünmeye çabalayan bir çocuğun karşısına geçip “kendi çocukluğun karşında olsaydı ona ne söylemek isterdin?” diye sorduğumda: ‘Birşey söylemezdim, onunla sadece zaman geçirir, bol bol oyun oynardım’ derken sesinin titreyerek cevap vermesinden ve sırf gözleri dolduğu görünmesin diye bakışlarını bir o köşeden bir diğer köşeye çevirdiği örneğinden de anlaşılabilir bu konudaki anne-babanın rolü ve önemi.
Yazının başında korumaktan bahsetmiştim; zannediyorum buna en güncel örnek, fiziksel şiddet gören birçok annenin, çocuğunun onu şiddete maruz kalırken görmemesi, korkmaması gibi nedenlerle yaşadığı olayı evde çocuğundan gizlediğini düşünerek korumaya çalıştığını ancak çocuğun koruyanı değil, korunanın davranışını özümsemesi verilebilir, ki bu ve buna benzer aile içi çatışmaların yaşandığı ortamlarda büyüyen çocukların, ilerinin çocuk suçlusuna ya da suçlu bireyine örnek teşkil etmesinden de anlaşılabilir ailenin çocuk üzerindeki etkisinin önemi.
Zannetmeyin ki örnekler sadece bu kadar. Herhangi bir yasal yaptırımı olmasa da, alkol/madde kullanan çocuk da suça itilmiş çocuktur benim gözümde. Çünkü en büyük zararı kendisine, hayatına verir. Özellikle kendisini çaresiz hissettiği, bazen sırf heyecan olsun, bazense problemlerden uzaklaşmak için başladığı bilgisini baz alacak olursak, mahkeme duvarlarına gerek olmaksızın vicdani gönüllerde yargılanacaklar kimler olmalı dersiniz?
Evet, parçalanmış/ ihmalkâr aile yapıları çocuk suçluluğuna bir nedendir. Çünkü çocuğun, ebeveyn yetersizliğinde kişiliği zedelenir ve bu da toplumda uyum ve davranış bozukluklarına yola açarak çocuğu potansiyel suçlu profili olarak karşımıza çıkartır ancak sadece sevgisizlik ve ya ilgisizlik değil, bazen herşeyin çocuğa sunulması ve buna göre eğitilme(me)si de, sırf farklı heyecanlar aramak uğruna suç işleyebilecek çocuk profili olarak karşımıza çıkmasına neden olur.
İlginçtir, toplumda çocuk suçluluğuna karşı çoğu zaman tepki olarak tepkisizlikle karşılaşılır. Yani bir çocuğun suç işlemesine şaşırılmaz, en iyi ihtimal dahilinde, belki sadece ‘yaşına yazık’ denilip geçilir ama bunların hiçbirinin arkasında ‘neden?’ diye sorulmaz.
Sadece çocuğa nedeni buna yakın ‘hangi suç?’ sorusu kapsamında bir tek mahkemede hakimin karşısında sorulur, o da suçun niteliğinin ve buna göre ceza derecesinin belirlenerek, ona kesilen diyeti ödeyebilmesi için. Halbuki bakıldığında, o aşamaya gelene kadar yaşadıkları diyetini ödetmiştir zaten ona, gelmiş olduğu nokta ise sadece sonuçtur, daha doğrusu son uç’tur…
O yüzden diyeceğim o ki, çocuklarınızın eğitimine, aile içi ilişkilerinize, aile yapısına önem verin. Toplumun temel taşı aileler olarak “Neden?” sorusunu sormaktan çekinmeyin. Bu soruyu sormak sadece aileye de değil, hangi meslek grubu olursa olsun, şahıs ya da kurum fark etmeksizin herkese düşer, çünkü çocuk toplumun sorumluluğudur. Hayatındaki hiçbir noktada kimsenin neden sorusu sorulmamış, sorulsa da yargılamak ya da etiketlemek için sorulmuş, sorununa çözüm aranmamış, desteklenmemiş her bir çocuk toplumda kaybolup gitmeye mahkum edilmiş demektir; Yani suç’a değil son uç’a itilmiş çocuktur.
Sağlıcakla kalın,